“PARDON, SİZİ DİNLİYORUM AMA KAFAMDA PINK FLOYD ÇALIYOR”
YAZI EMRE KARACAOĞLU
EVET, GÜNDÜZ DÜŞÜMDEN UYANDIĞIMDA, AKLIMDAN GEÇEN VE DİLİMİN UCUNA KADAR GELEN CÜMLE BUYDU...
Ama, “Kardeşim, kime diyorum, dinlemiyor musun? Elinde tuttun paraları, bırakmıyorsun. Versene!” diyen ve benden para bekleyen tezgâhtara bunu telaffuz edemezdim tabii ki. Adamcağız bana ücreti dile getirdikten sonra ödeme yapmamı bekliyordu; bense tezgâhın kenarında duran banknotlara bakarak, beş dakika evvel arabadan çıkmadan önce dinlediğim Pink Floyd’un “Money”sini istemdışı olarak kafamda döndürüyordüm. Yani hem oradaydım, hem de değildim.
Mayıs 2012’deki Bant yazımda “acousmatic dinleyici”den, Ekim 2012’deki yazımda ise “nomadic dinleyici”den bahsetmiştim. Yukarıda tasvir ettiğim, öznesi olduğum durumdaki dinleyici için ise ortaya atılan bir kavram henüz yok. (Ki bana sorarsanız, bu tip insanlardan tarihin her döneminde olduğundan eminim.) Kafasında sürekli müzik çalan bu dalgın insanları nasıl isimlendireceğiz?
Aslında nasıl bir isim bulursak bulalım, ismin çağrışımında bu dinleyici türünün zaman ve mekân ile yaşadığı göreceli ilişkinin izlerinin yer alması gerekir. Fransız filozof Jacques Derrida’nın zaman, mekan ve benliğe dair ontolojik ve epistomolojik savları bize ışık tutabilir.
“Duyma”nın çok fazla bir zihinsel emek gerektirmeyen, hatta fiziksel bir olgu olduğu hepimizin malumudur. (Hatta göz kapaklarının karşılığının kulaklarımızda olmaması, “görme”yi -haklı olarak- insanlığın öncül duyusu haline getirmiştir.) Bu yüzden de “duyma” eylemi bir yandan da bir “boyun eğme” ya da “maruz kalma” anını da içerir. Sonuçta hayatımız boyunca “duymak istemediğimiz ama zorunda kaldığımız” birçok sesle karşılaşırız.
Derrida’nın dile getirdiği şekilde, Batı felsefesi, “kendimi duyabildiğim için burada olduğumu bilebilirim,” tezi üzerine kuruludur. Ama Fransız düşünür şunları da söyler: Zamanın akışı içinde “burası” hemen “orası”na ve “şimdi” ise hemen “geçmiş”e dönüşür. Dolayısıyla “ben”im bir yerde ve şimdiki zamanda bulunduğum bir “ân” aslında yoktur.
İster öğretmenlerden, ebeveynlerden, insan kaynakları müdürlerinden, danışmanlardan ya da ister siyasetçilerden olsun, sürekli herkes tarafından “dinleme”nin faydalı, sağlıklı ve önemli bir edim olduğu hatırlatılır. Ama kim gerçekten “dinliyor” ki? “Ben”im “o anda orada olduğum” gerçeği üzerinden yola çıkarak, “dinleme”mi kontrol etmemi isterler. Bense artık şu gerçeği hepsine -“duyabilmeleri” için- bağırarak söylemek istiyorum: “Dinleme” edimi aslında kimsenin elinde değil ne yazık ki. Çünkü Amerikalı post-modernist düşünür Stanley Fish’in tabiriyle, biz kültüre sahip değiliz, kültür bize sahip. Ses dalgaları kulağımızdan içeriye girdikten sonra aklımızdaki kültürel anlamlar tarafından filtrelenir ve/veya çarpıtılırlar. Tarihsel ve kişisel referanslar sözcük aralarına nüfuz eder ve bizi belki de ses dalgalarındaki mesajın zıttı, saçma bir öznel noktaya sürüklerler. Özetle, sadece “duymuşuzdur” ama “dinlememişizdir.”
Şimdi, elimizde ne var bakalım: varoluşun şartı gereği şimdiki anı ve şimdiki yeri sürekli değişen, dolayısıyla da aslında hiçbir zaman orada olamayan insandan, aklındaki eşek yükü kültürel tortuları bir kenara bırakıp saf bir “dinleme” edimi bekliyoruz. Hele hele bunların üstüne bir de yukarıda geçen benim gibi bir dinleyiciyseniz, vay halinize.