Bantmag

GERÇEKTEN AFFETMEYE DEĞECEK TEK ŞEYİN AFFEDİLEMEZ OLAN OLDUĞUNU SÖYLER FRANSIZ FİLOZOF JACQUES DERRIDA. ONA GÖRE, SADECE AFFEDİLEBİLİNECEK GİBİ GÖZÜKENİ AFFETMEK, AFFETME DÜŞÜNCESİNİN KENDİSİNİ GEREKSİZLEŞTİRİP YOK EDER. BİR BAŞKA DEYİŞLE, AFFEDİŞ ANCAK KENDİSİNİN İMKÂNSIZLIĞI HÂLİNDE MÜMKÜNDÜR VE ÇÖZÜLEMEYEN ÇELİŞKİSİ BU NOKTADA BAŞLAR, ZİRA AFFEDİLEMEYENİ AFFETMEK AKILCI BİR DAVRANIŞ DEĞİLDİR, YANİ ASLINDA AFFETMEK DELİLİKTİR!

 

Derrida'nın "Cosmopolitanism & Forgiveness" (Kozmopolitanizm ve Affediş) isimli makalesinde yer alan affetme üzerine teorik analizini, yapmak zorunda kalacağım kaba indirgemeden utanarak da olsa, kısaca özetlemem gerekiyordu. Zira belgeselin konu aldığı hikâye, gezici vaiz Joshua Milton Blahyi'nin –eski adıyla General Kıçı Açık'ın– hikâyesi, Derrida'nın dile getirdiği "saf affın" kefaret, günah çıkarma, özür dileme, uzlaşma, arınma gibi türlü dinî veya politik kökenli ritüellerle bulandırılan doğasına dair ipuçları sunuyor.

 

Öncelikle hikâyenin birincil kişiliğini, "suçlu ve günahkâr" olanı ele alalım. Liberya'nın 1989'da başlayan ve tam 14 yıl süren kanlı iç savaşının en acımasız aktörlerinden biri olan General Butt Naked, ismini sokaklarda takipçileriyle beraber anadan üryan gezerek ve kadın, erkek, çocuk, bebek ayırmadan katletmesinden alıyor. Bu anadan doğma hâli, o dönem inandığı karanlık voodoo tanrılarının kendisine bahşettiği ruhsal güçleri çıplakken daha hızlı ve efektif uyandırabilmesiyle açıklıyor general. Bu güçler sayesinde Generall Butt Naked, kurşun geçirmez, pala kesmez bir hâle büründüğüne inanıyor. Cümleyi şimdiki zamanla bitiriyorum, zira artık Hıristiyan olan Butt Naked'ın da, belgesel için röportaj yapılan kişilerin de hâlâ inanarak anlattığı bir durum bu.  

 

"Kurşun geçirmez" çıplaklıklarıyla dehşet saçan Butt Naked savaşçılarının hem kendi ağızlarından hem de Liberya halkından dinlediğimiz öyküleri kan donduran cinsten... SBU (Küçük Oğlanlar Birimi) adı altında, henüz geleceklerini düşünmeye başlamadıkları için daha iyi savaşçılar olduklarına inanılan ve bu nedenle ailelerinden 10-11 yaşında kopartılıp şiddet dolu Hollywood filmleriyle büyütülen, öldürdükleri herkesin bir diğer filmde tekrar yaşama geleceğine inandırılan çocuk savaşçılarla başlayan bu öyküler, etine saplandığı kişinin kanını bir pipet gibi emerek karanlık dünyaya aktardığına inanılan palalara kadar tüm dehşetengiz mitolojisiyle 2. Dünya Savaşı'nın toplama kamplarını aratmayacak düzeyde.

 

Belgeselde dile getirilen rakamlar da benim diyen katilin ve katliamın altına giremeyeceği cinsten. 14 sene sonra 2003'de nihayet biten iç savaşın aldığı can sayısının 250 bin civarında olduğu tahmin ediliyor. Savaş sonrasında adaleti sağlamak adına kurulan TRC (Gerçek ve Uzlaşma Komisyonu) 2008'de tüm büyük savaş aktörlerini ifade vermeye çağırdığında pek çoğu kurul karşısına çıkmayı reddederken, ilk ifadeyi vermeye giden, baştan aşağı beyazlar giymiş bir Butt Naked, tahminî kaç kurbanı olduğu sorusuna tüm salonu karıştıran bir rakam telaffuz ediyor: 20 bin. Kurulun, ortaya çıkan korkunç geçmişin karşısında ne yapacağını şaşırmış, doğru kelimeleri bulmaya çalışırken duraklayan cümlelerle sorduğu "pek çok kişinin toplumdan saklamak isteyeceği bir geçmişi neden gelip açıklamaya karar verdiniz?" sorusuna Blahyi'nin verdiği cevapsa izleyiciye belgeselin kurgusunda belki de en uzun eslerden birini verdirtiyor: "Beni buraya inancım getirdi. Bana gerçeği söylemem gerektiğini ve gerçeğin beni özgür bırakacağını söyledi." Bu sözler telaffuz edildikleri dakikaları takiben daha da garip bir ağırlık kazanıyor, nitekim TRC'in 2009'da bitirdiği raporda Butt Naked'ın adı af dâhiline alınması önerilen isimler listesinde geçtiğini öğreniyoruz.

 

General Butt Naked'in TRC kurulunun önünde beyazlar içinde durarak geçirdiği, politik bir süreç dâhilinde ve dinî referanslarla "arınma" ritüelini incelemeyi biraz erteleyip öncelikle belgeselin kronolojik açıdan ikincil karakterini biraz anlatmak gerekiyor. Zira suçlu General Butt Naked'ın kendisine aynı bedende eşlik eden, af  peşindeki gezici vaiz Joshua Milton Blahyi'ye dönüşüm süreci bir hayli ilginç: İç savaşın doruk noktasına ulaştığı ve çeşitli asi güçlerin Liberya başkenti Monrovia'yı işgal ederek dehşet saçtığı 1996 senesinde, Monrovia'da yaşayan piskopos John Kun Kun, Tanrı'ya bu kaosun bitmesi ve savaşın başrolündeki tüm generallerin canını alması için dua ederken Tanrı onunla konuşuyor ve General Butt Naked'i kullanabileceğini söylüyor. Bunun üzerine, belki de Monrovia'daki en korkulan mekân olan Butt Naked binasına giden Kun Kun, Blahyi'nin karşısına geçip kalbini İsa'ya açmasını, onun kendisini şeytanın elinden kurtarıp suçlarını affedeceğini ve doğru yolu göstereceğini söylüyor. İkili gözlerini kapatıp beraberce bir dua ediyorlar ve Kun Kun geldiği gibi sessizce mekândan ayrılıyor. Bunun üzerine 11 yaşından beri kendisinin kişisel korumalığını yapan David Johnson'ı (Senegalese) çağıran Butt Naked biraz önce binadan çıkan adamın kim olduğunu sorduğu zaman aldığı, binaya kimsenin girip çıkmadığı cevabı sonrasında korumasını orada Magnum tabancası ile iki bacağından vurup bir hafta boyunca küvette bırakıyor. Sonunda diğer Butt Naked askerleri tarafından kurtarılan ve hastanede iki bacağı kesilen Senegalese, seneler sonra Butt Naked'ın affına sığınacağı nihaî karakterlerden biri oluyor.

 

Blahyi'nin dinî uyanışının ilk ve tek kurbanı Senegalese... Zira korumasını sakat bırakan Butt Naked'ın bıraktığı ikici şey, silahları. 1996 Ekim'inde iç savaşın tepesindeki kanlı tahtından inen general önce Hıristiyanlığa geçmek, daha sonrada ayinlerden birinde tanıştığı Joise Blayhi ile evlenerek çoluk çocuğa karışmak üzere ortadan kayboluyor. Kana buladığı şehre geri dönüşü ise gizemli piskopos John Kun Kun'un sözleriyle "asla varamayacağı bir yolculuğun" son durağı. Gezici vaiz Blahyi, Monrovia'da mahalle mahalle gezerek ailesini, eşini, dostunu, çocuklarını öldürdüğü kişileri buluyor, onlardan kendi hatırlamadığı dehşet öykülerini dinliyor, özür diliyor, af arıyor. Bir diğer yandan savaşta kendisini takip eden ve toplumun katil olarak dışladığı, sokaklarda yaşayan, uyuşturucuyla yatıp kalkan gençleri bularak onları rehabilite etmek için bir çatı altında topluyor, kendisini örnek göstererek Hıristiyanlık sayesinde Liberya'ya ve sevdiklerine kendilerini kanıtlamaları için bir şansları daha olduğunu söylüyor.

 

Joshua Milton Blahyi'ye ve özürlerinin içtenliğine inanmamak, onun her durumda kendi çıkarını arayan bir yalancı olduğunu düşünmek olası. Hattâ verdiği vaazların hararetli yapısına, konuşurken kuvvetten titreyen sesine ve ter içinde kalan ceketine bakılırsa şiddetle savaştığı gibi şiddetle inandığını söylemek de mümkün. İster izleyici olarak biz, ister af dilediği kurbanlarından biri olsun, bu her durumda onunla karşısındaki kişi arasında kalacak bir karar. Ancak bu samimiyeti sorgulamanın yanısıra durumu irdelemeye değer kılan, belgeselin affedişin yapısını incelemek adına sunduğu zengin malzeme. O nedenle affın teorisine geri dönelim.

 

Alman politik teorisyen Hannah Arendt af ile ceza arasında sabit bir bağ olduğunu söyler. Zira sadece cezalandırabileceğimiz durumlarda affetmek bir seçenek hâline gelir. Affeden, cezayı da verebilecek olan bir güç konumunda olduğu zaman o güçten vazgeçmesi diyebilir miyiz af için? Arendt'e göre diyebiliriz. Ancak böyle bir vazgeçiş talepkâr bir vazgeçiştir, suçlunun ve kurbanın veya kurbanı temsil eden bir kurum ya da kuruluşun yer alacağı bir arınma ritüeli gerekmektedir. Bu ritüel bir noktada, suçun işlendiği andaki güç dengesinin resmî olarak yer değiştirdiği bir sürece işaret eder. Derrida'ya göre ise bu ismini hak edecek bir "affediş" değildir. Zira bir özür, arınma, uzlaşma gibi şartlar koşan her affediş süreci koşulsal bir normalizasyon peşindedir. Durumu mantıklı, akılcı bir şekilde değerlendirip tartmak, af kararını bu kademeler dâhilinde almak veya almamak aslında saf affedişin mantıksız ve imkânsız doğasını yok etmektedir.

 

O halde TRC'nin Blahyi'yi af listesine koyması Arendt'e göre bir af, Derrida'ya göre ise af değil, koşulsallıkla bulandırılmış dinî-politik kökenli bir süreçtir. Bu noktada daha fazla söz söylemek için her iki akademisyenin konu üzerine kaleme aldığı literatüre gömülmek gerekiyor. Fakat belgeselde Blahyi'nin TRC gibi, insanlık karşısında işlenen bir suçlar bütününü insanlık adına değerlendiren bir kurum karşısında aradığı aftan çok daha etkili anlar söz konusu: Birebir kurbanları veya kurban yakınları ile karşılaştığı anlar.

 

Belgeselde bol bol gördüğümüz bu karşılaşmalardan aklımı kurcalayan iki tanesinden bahsetmek adına belgeselin ikinci en etkili es anlarından birine zıplıyorum o halde: TRC'in af listesinde yer alması sonrasında bu karara tepki duyan kişilerden onlarca ölüm tehdidi alan Blahyi, Gana'daki Liberya sığınma kamplarından birine yerleşiyor. Bu noktada Liberya'da bıraktığı eski takipçileri onu kendi kıçının derdine düşen General Kıçı Açık gibi adlandırsalar da kendi açıklamasına göre eski kendisinin yapabileceklerinden, ölüm tehdidine verebileceği reaksiyondan korktuğu için kaçıyor. Gene bir ister inan ister inanma ânı... Gana kampına geri dönersek, kampta generalin eski kurbanlarından üç tanesi yaşıyor. Tek gözünü silahının dipçiğiyle kör ettiği ve babasını öldürdüğü küçük kız Praise, dolayısıyla kocasını kaybeden Praise'in annesi Lovetta ve tüm ailesini öldürdüğü bir diğer genç adam, Dekhanso. Blahyi bu kişilerle af dilemek adına buluştuğunda Arendt'in ve Derrida'nın af teorilerini kurcalayan bir an oluşuyor.

 

Bu ânı romantikleştirmeden anlatmak çok zor. Belgeselin dili de buna pek izin vermiyor. Kör edilmiş bir gözden affı dilenirken süzülen yaşları izlemek kolay değil. Dekhanso'nun tüm ailesini öldürmüş bu adama karşı olan nefretini bıraktığı o ânı ve  yaşadığı tüm boşalmayı görmek gerekiyor. Ancak bu andan duygusal olarak uzaklaşıp Lovetta'nın dile getirdiği zaman fark ettiğim bir durumu aktarmam gerek. Gezici bir vaiz olan Blahyi bu af buluşmalarına en nihayetinde bir din adamı olarak gidiyor. Kullandığı söylem özür dilerken kişisel olsa da, hemen sonrasında dinî bir söyleme geçiş yapıyor, yani konuşmanın bir noktasında Blahyi, İsa ve Tanrı adına konuşan bir adama dönüşüyor. Üstelik düşmanını sevmeni söyleyen bir Tanrı'nın adamı... Bu nedenle Blahyi, Gana'da verdiği bir vaaz sırasında durduğu kürsüde kendisine katılması için Praise ve Lovetta'yı çağırdığı zaman ayağa kalkmayı hiç istemeyen Lovetta, "kalktım çünkü en nihayetinde o bir Tanrı adamı" derken, bir affeden olarak aslında Arendt'in bahsettiği o güç noktasında durmuyor. Ancak Derrida'nın "saf affından" da bir hayli uzaktayız, zira Hıristiyanlığın durumu domine eden söylemi ve Blahyi'nin özür diliyor olması saf affın imkânsızlığını bulandıran o koşulsal yapıya işaret ediyor.

 

Peki neredeyiz? Derrida saf affı koşulsuz ve bir otoritenin bulunmadığı bir af ânı olarak tanımlıyor ve bu ânın imkânsız olduğunu söylüyor. Koşullu, fakat otoritenin ters tarafta, yani af dileyen suçluda durduğu bir an için nasıl bir af tanımlaması çıkartabiliriz? Lovetta, Praise ya da  Dekhanso isteseler de aslında karşılarındaki adamı affetmek yerine cezalandıramazlar. Seçimsiz ve güçsüz bir noktadan bahşedilen bir af için ne söylenebilir? Lovetta affettiğini ama unutmadığını söylüyor. Dekhanso ise hatırlamaktan ve bir şey yapamamaktan yorulduğu için affediyor sanki. Bir noktada af suçlu hakkında olmaktan çıkıyor olabilir mi? Bir "affedilemez" olarak General Butt Naked ile yaşanan karşılaşma, kurbanlar için sadece tek yönde ilerleyebilecek –veya ilerlemeyecek ancak başka bir yöne, örneğin bir cezaya gidemeyecek– bir yol sunduğundan, bu yolda atılan adımların sadece o nefret, kızgınlık ve üzüntü dolu noktada kalakalmamak adına atıldığını düşünmek de olası. Belki de Derrida'nın imkânsız ve deli af tanımına eklenebilecek bir nokta şu: delirmemek adına imkânsızı becererek de affedilebiliniyor.  Her durumda belgeselle beraber bir izleyici olarak bana kalan, böylesine bir affediş ânının erişilemeyen, garip ve gizemli yapısı ve ona duyulabilecek saygı oluyor.