Bantmag

GEÇTİĞİMİZ YILSONUNA YETİŞEN KARANLIK ODA İLE TEKİNSİZ ATMOSFERLERE SAHİP, RÜYA İLE GERÇEK ARASINDA GİT-GELLER YAŞAYAN, MÜNZEVÎ VE HUYLU KARAKTERLERLE DOLU ROMANLARINDAN BİR YENİSİNE İMZA ATAN BIÇAKCI'NIN ESKİ VE YENİ ÖYKÜLERİNDEN HARMANLANAN SON KİTABI "BEN TEK, SİZ HEPİNİZ" İLETİŞİM YAYINLARI'NDAN ÇIKTI.

 

Geçtiğimiz ay yayınlanan son kitabın Ben Tek, Siz Hepiniz, yazdığın yeni öykülerin yanısıra, Bir Yaz Gecesi Kâbusu'ndaki öykülerin elden geçirilmiş versiyonlarını da kapsıyor. Eski öykülerini tekrar gözden geçirme tecrübesi nasıl bir şeydi?

Süreci şöyle özetleyeyim. 2010 sonunda Karanlık Oda romanıyla birlikte İletişim Yayınları’na geçtim. Karanlık Oda'nın ardından daha önce Oğlak Yayınları’ından çıkıp baskısı tükenmiş olan kitaplarımı yeniden bastı İletişim. Eski romanlar hızlıca gözden geçirilip yeni kapaklarıyla yeniden basıldılar. Sıra 2005’te çıkmış olan öykü kitabım Bir Yaz Gecesi Kâbusu'na geldiğinde aynı dosyayı vermek istemedim yayınevine. Elimde bir sürü yeni öykü vardı. Görece yeni bir kitap olsun istedim çıkacak olan. Yenilerin yanına Ben Tek, Siz Hepiniz'in ruhuna uygun olabilecek eski öykülerden de bir seçki yaptım. Bu eski öykülerin bazı bölümlerini yeniden yazdım. Eski öyküleri yeniden gözden geçirme süreci ilginçti. Kafaca anlaştığım bir yazara editörlük yapmak gibi bir şeydi.   

 

Bir karakter ya da bir hikâye fikrini öyküye mi romana dönüştürme kararını nasıl veriyorsun?

Öyküyle roman arasındaki en temel fark “ayrıntı” denen şey sanırım. Bazı konular ayrıntılandıkça derinleşerek bir kuyuya dönüşüyor zihnimde. Odağı genişletmeden konuyu derinleştirmeye çalışıyorum. Yeteri kadar derine inebiliyorsam bu bir roman konusudur benim için. Bazı konular da özet hâliyle daha çarpıcı oluyor. Derinliğini kendi içinde konsantre bir biçimde saklıyor sanki. Ayrıca kazıp deşmeye gerek olmuyor. Bu da öykü konusu oluyor.

 

Özellikle Karanlık Oda ve Apartman Boşluğu'nda, okuyucularının dünyasına dair sıkıntıları ve yaşadıkları bunalımların sırrına vakıf olmuş gibisin. Çoğu da gündelik hayata dair, ufak detaylar üzerinden doğan sıkıntılar... Sence, alışveriş merkezlerinde çalan şarkılar, durak dışında yolcu indirmeyen otobüsler, yalnızca düğünlerde karşılaşılan yapmacık coşkular gibi görmezden gelinen sinir bozucu detaylar, senin kahramanlarını neden bu kadar ilgilendiriyor?

Sinir bozucu gündelik detaylarla örmeye çalışıyorum romanların atmosferini. Kahramanlar aslında bu tip yolculuklara çıkmaya meraklı ve hevesli tipler değiller. Bu karanlık yollara girmeye mecbur kalıyorlar bir şekilde. Karanlık Oda'nın kahramanı vücudunda izler bulmaya başladığında bunların üzerinde durmuyor önce. Rüya Günlüğü'nün kahramanı Haluk rüyasında başka bir hayatı dikizlemeye başladığında çok da rahatsız olmuyor. Apartman Boşluğu'ndaki Arif duvardan sesler gelmeye başladığında çok da etkilenmiyor ilk başta. Yani kahramanlar macera aramıyorlar aslında, bir tuzak gibi etraflarını saran sinir bozucu durumlara yavaş yavaş kapılıyorlar.

 

Kişinin kendisiyle kavgasının gerilimine en büyük katkıyı, bilinçaltı ve rüyalar yapıyor romanlarında. İnsan psikolojisine ve onun yaratılarına yoğunlaşmak, romanlarının kurgu sürecinde aldığın kararlar oluyor? Yoksa yarattığın hikâyeye eşlik eden bir eğilim mi bu?

Rüya bölümlerine gerçek olayın arasına giren fanteziler gibi yaklaşmıyorum. O bölümler istediği kadar doğaüstü olsun, en az diğer bölümler kadar konuya hizmet ediyor aslında. Yani rüya bölümlerinde gerçeklikten kopsak da romandaki akıştan ve öyküden kopmuyoruz. Bazen en mantıklı açıklamalar en saçmasapan rüya anlarında gizli oluyor.

 

Genel olarak kahramanlarını, alışılmışın dışında meslekler icra eden ve çoğunlukla yaratıcı eğilimler taşıyan kişilerden seçiyorsun. Bunun özel bir nedeni var mı?

Karanlık Oda ve Apartman Boşluğu romanlarında meslekler hayatî önem taşıyor. Bütün kurgu bu meslekler üzerine kurulu. İki romanda da bir tür sanatçı tıkanması mevzuu var. Biri eve kapanıp istediği gibi beste yapamayan bir müzisyen. Diğeri ilk kişisel fotoğraf sergisini açmak için yeni fikir arayışıyla kendini yiyen bir fotoğrafçı. Yaratıcılığın bir tür sorunsala dönüşmesi, sanat eserinin iyiliği için olanın eser sahibinin kötülüğüne dönüşmesi söz konusu... Diğer romanlardaki meslekler bu kadar hayatî değil. Zaten bunlar yaratıcılıkla bağlantılı meslekler de sayılmaz. Boş Zaman'daki meslek daha çok kötü bir şaka gibi. Hafızası kayıp bir tarih hocası... Bu meslek roman kahramanının geçmişine akademik bir boğuculukla bakmasına da zemin hazırlıyor. Karakterin pek evden çıkmadığı klostrofobik bir roman olan Rüya Günlüğü'ndeki meslekse yüzeysel bir karakter olan Haluk’u eve bağlamak için aklıma gelen en uygun işti. Ekonomi dergileri için makale çevirisi...

 

Psikolojik-gerilim türündeki romanlarında da, daha farklı janrları zorlayan öykülerinde de sürü psikolojisiyle inceden bir alay, toplumsal alışkanlıklar üzerinden örtük bir taşlama hissediliyor. Yazdıklarının içinde mizah önemli bir rol oynuyor mu sence?

Bence bir mizah boyutu var. Daha çok kara mizah sanki. Ya da absürdün komikliği... Yazacaklarımı hemen her ayrıntısıyla önceden planlıyorum ancak bu mizahî bölümler daha doğaçlama bir biçimde ekleniyor. Yazarken çıkıyorlar. Dozu da çok önemli tabiî. Bir sürü mizahî ayrıntıyı atmosferin dengesini bozacağı, yükselen tansiyonu düşüreceği için eliyorum. 

 

Genellikle romanlarında kullandığın janrın dışına çıkmak gibi bir planın var mı? Günün birinde bir Hakan Bıçakcı karakterinin aşk hikâyesini okur muyuz örneğin? O aşk da karanlık olur mu ya da?

Şimdiye kadar kendisiyle “ilişki durumu karışık” karakterleri anlatmayı denedim. Tek kişi üzerinden komplike bir aşk ilişkisi matematiği kurmaya çalıştım aslında. Kendisiyle tanışan, tartışan, kendisini aldatan ve terk eden karakterler... Şizofrenik durumlar. Bu nedenle işin içine geleneksel anlamdaki aşk girmemeliydi. Ayrıca sevgililer başka tutkularla araya giren parazitlerdi ve onlardan kurtulmak gerekiyordu. Daha iyi beste yapmak veya daha iyi fotoğraf çekebilmek için... Şimdiye kadar farklı konuları ve tezleri çok benzer atmosferler ve karakterler üzerinden anlatmayı denedim. Bu bilinçli bir tercihti. Bu ara bu türün dışına çıkan bir roman üzerinde çalışıyorum. Bambaşka bir karakter, nispeten farklı bir atmosfer... Bazı istisnaları dışarıda tutarsak “aşk” temasını çok gıcıklandırılmış ve hazır kalıp olarak görüyorum. İlgi garantili konu. Din sömürüsü gibi bir şey yani. Anlatmak istediğim şeye gerçekten hizmet edecekse tabiî ki aşk boyutunu da eklerim romana. Ama böyle kendi acısını çok seven ruh hâlleri içindeki karakterler üzerinden aşka dair büyük laflar eden, bastırılmış cinselliği ilahî aşk veya tutku diye yücelten zırvalıklardan bahsediyorsanız... Bir gün böyle bir şey yazmaya kalkarsam, bitiremeden ölmeyi dilerim.

 

Romanlarına geriden bazı şarkılar eşlik ediyor sanki. Senin de yazarken duyduğun şarkılar var mı? Romanlarınla eşleştirdiğin gruplar? Müzik ne kadar işin içinde?

Şahsen fanatik bir müzik dinleyicisiyim. Takıntılı bir biçimde dinlediğim ve takip ettiğim bir sürü grup var. Örnek vermek gerekirse eskilerden The Smiths, Joy Division, Bauhaus, Pulp, Suede; yenilerden The National, Editors, The Horrors, The Strokes, White Lies, Elefant... Ancak bu grupların çok sevdiğim şarkıları için yazarken duyduğum şarkılar diyemem. “Apartman Boşluğu”nda karakter müzisyen olduğu için müziğin daha çok rolü vardı. Ancak buradaki müzik daha teorik bir şeydi. Özgünlük paranoyası için bir zemindi. Karanlık Oda'nın kahramanıysa yeni sınıfına tutunabilmek için sevimsiz bir hırsla, âdeta görev gibi bu indie grupları dinliyordu. Yani müziği Nick Hornby’nin High Fidelity'sindeki gibi, olduğu gibi romanın fonuna koyduğum bir çalışmam yok. Müzik daha çok bir metafor olarak, saptırılmış bir şey olarak var yazdıklarımda.

 

Sinematografik kurgusundan ötürü Karanlık Oda'dan nefis bir film çıkacağını düşünenler çok. Böyle bir niyet var mı? Ya da böyle bir teklif gelse senaryolaştırmayı düşünür müsün?

Karanlık Oda görsel yönü ağır basan bir metin gerçekten de. Olayları fotoğrafçı gözünden görmemizden kaynaklanan bir kadraj hissi var baştan sona. Bu konuda bazı girişimler oldu. Hattâ bu süreçte Karanlık Oda'yı bir yönetmen arkadaşla kafa kafaya verip senaryolaştırdık bile. Ancak finansal sebeplerden dolayı şimdilik rafa kaldırdık projeyi. Hayırlısı...

 

Sinemaya meraklı olduğunu, film festivallerini yakından takip ettiğini biliyoruz. Her filmine kefil olduğun yönetmenler ya da son dönemde izlediğin ve çok sevdiğin bir şeyler var mı? Tabiî ki var. Son dönemde beni benden alanlar; Giorgos Lanthimos'un Köpekdişi / Dogtooth, Asghar Farhadi'nin Bir Ayrılık / A Seperation, Lee Chang-dong’un Şiir / Poetry, Kim Ji-Woon'un Şeytanı Gördüm / I Saw the Devil, Nuri Bilge Ceylan’ın Bir Zamanlar Anadolu’da ve Bong Joon-ho’nun Ana / Madeo filmleri oldu. Her biri başyapıt bence.

 

Özellikle İletişim Yayınları'na geçtiğinden beri yeni çıkan ve yeniden basılan tüm kitaplarının kapak tasarımları bir harika. Sen bu tasarım sürecinin ne kadar içindesin?

Teşekkür ederim. Sürecin son derece içindeydim. Kapakları beş küsur yıl birlikte çalıştığım dostum Koray Ekremoğlu tasarladı. Her kapak için birlikte oturup neler olabileceğini konuştuk. Kapak içeriğe dair çok net bir şey söylemesin ama atmosfere dair bir şeyler hissettirsin istedik her seferinde. Sade görseller karmaşık durumları işaret etmeliydi. Fikirleri birlikte bulduk. Koray uygulamaya geçtiğinde kendinden birşeyler katarak hep ilk bulduğumuz fikri daha ileri götürdü. “Fazla sade”, “fazla ürkütücü”, hattâ “itici” diyenler de var ama bence de kapaklar iyi oldu.