Bantmag

CEREN OYKUT, “MAYOM İÇİMDE” ADINI VERDİĞİ YENİ SERGİSİYLE İSTANBUL’DA KABULLENMİŞLİK VE KABULLENMEMİŞLİK ARASINDA BİR YERDE SIKIŞAN HAYATLARIMIZLA BAŞA ÇIKMA YÖNTEMLERİ ÖNERİYOR.

 

Ceren Oykut’un Mayom İçimde’yi açacağı Karaköy artSümer Galeri’deyiz. Ceren duvarda kurşun kalemle çizdiği konturların içlerini boyuyor. Sergi siz bu satırları okurken açılmış olacak ve aralık boyunca da gezilebilecek. Barış Pirhasan’ın yazıp, onun çizdiği Hurrem isimli çocuk kitabı da çok kısa süre önce çıktı. Kitap, Osmanlı padişahının bir kediyle olan aşkını konu ediyor. Ceren Oykut için yoğun bir dönem. Karşıdaki çaycıdan sandalye ve çayları kaptığımız gibi galerinin kaldırımında güneşin yansıdığı noktaya çökerek bu yoğun dönemi masaya yatırıyoruz.

 

“Mayom İçimde” harika bir isim. Pınar Öğünç’ün blogundaki yazıdan mı çıktı?

Aslında bir yerden çıkmadı. Bir şekilde bir senedir var “Mayom İçimde”. Bir gün Çiğdem Öztürk’le konuşurken bana “Bir Mayom İçimde” serisi yapsana dedi. Sonra aramızda bir laf olarak kaldı. Sonra Pınar’ın yazdığı yazıyı yolladı bana, yazı çok güzel. Ben de sergi başlığı olsun bu dedim, siz beni etkilediniz. Slogan gibi bir şey bu çünkü. Meydan okumak gibi geliyor bana. Bir yandan da pasifist bir şey, savaşçı bir durum da yok ortada. Kendi kendine huzurlu ve tetikte kalacağına dair verdiğin bir söz ve kimseyi rahatsız etmeden uyguladığın bir eylem. Bireysel ve gösterişsiz bir öneri. Aslında gerçekten içinde mayoyla gezsen kendine bir kapı açmış oluyorsun. Her an her şey olabilir.

 

Bir de çizdiğin saraya sızan kedi Hurrem’in kitabı var yeni çıkan, sergi hazırlığıyla çakıştılar mı? Nasıl bir süreç oldu?

Evet, nerdeyse çakıştı. Zaten oradan bazı işler sergiye taşınacak. Benim için çok belirleyici bir zaman dilimi. O kitaba hazırlanma süreci iki üç ay değil, altı ay falan sürdü. Atmosfer yakalamak istiyordum. Bir sürü şeyi yırtıp bir daha çizdim o kitabı yaparken. Zor oldu ama atmosferi bir şekilde tutturdum. O çalışma bu serginin en temel işleri aslında. Çünkü “Mayom İçimde” olayına da uyuyor.

 

Senin kedin var mı?

Bahçede bir sürü var. İçeri sızmıyorlar ama. Onlarla gizli anlaşmamız var. Ben bahçe katında oturuyorum. Mutfağın kapısı açık, bir yere kadar geliyorlar, sonrasını geçmiyorlar. Sadece yemek vermen için geliyorlar zaten. Ben de bu anlaşmaya uydukları sürece onlara yemek veriyorum. Onlarla kendimi eşit görüyorum. Aynı hayatı yaşıyoruz. Onlar dışarıda, ben içeride. Onlar ne kadar risk altındaysa ben de o kadar risk altındayım. Onlar da ben de yemek yemek istiyoruz. Bazen evde benim yemeğim olmuyor, onların oluyor, daha avantajlılar. Kimse sadece kapıdan içeri bakıyorum diye beni havadan beslemiyor mesela. Aramızdaki ilişki oldukça eşit. İki tarafın da hakları var.

 

Daha önce de çocuk kitabı yapmıştın, değil mi?

2003-2004 gibiydi. Fakat bu tam beni de yansıtan bir iş oldu. Kendimi tam olarak verdiğim. Yazıyla bütünleşme de sağladığım ilk iş oldu. Kolay bir şey değil. Çünkü orda bir şiir var. O şiiri de vermek istiyorum.

 

Yırttım dediğin anlar şiire yaklaşamadığın anlar mı mesela?

Evet evet, burada Osmanlı’ya bir bakış açısı var mesela. Bir peri masalına da dönüşebilirdi bu kitap, çizere göre değişir. Ama biz Osmanlı’ya öyle bakmadığımız için, burada karanlık bir atmosfer var. Entrikalar, çirkinlikler, soykırımlar, bilmemneler, karanlık şeyler oluyor çünkü. Osmanlı’nın yükünü düşün... Oradan kopmaya çalışan ve bunu bir kediye olan aşkı uğruna yapmaya çalışan biri de var kitapta. Aslında padişah dediğin sakallı ve göbekli çizilir ya, taşlar falan. Burada ben adamı soydum mesela. Tek başına çıkıyor ormana gidiyor, sevgilisi olan kediyi bulmaya gidiyor. Orada padişah kıyafetinin içinden genç bir çocuk çıkıyor. İnsana odaklı bir iş bu.

 

Sergide duvarları boyuyorsun gördüğümüz üzere, başka neler olacak sergide? Siyah beyaz mı?

Ben hâlâ siyah beyaz gidiyorum. Sergide birbirinden farklı üç dalga iş var. Kitap için olan işler, sergiye yaptığım büyük kâğıt işler var. Bir de ayrıca son aşamada çıkan davetiyede de basılan, bana çizerken Diego Rivera’nın bazı çizimlerini anımsatan, daha grafik işler var. Deprem süreci girdi işte, depremden önce düşündüklerim vardı. Hepimiz bir kafesin içinde sıkışmış yaşıyoruz, kâğıt oynuyoruz, sevgilimizle sevişiyoruz, arkadaşlarımızla içiyoruz. Ama dar bir alanda oluyor bu, kabul etmiş de değiliz ama farkındayız. Tarlabaşı’nda çıkan olaylar, gaz bombaları, deprem sırasında insanların deprem bölgesine yolladığı kolilerden taşların, sopaların bayrakların çıkması falan gibi durumlar arasında sıkıştık. Bunu anlatmaya çalışırken deprem oldu bunun üstüne. Bu çizimleri yaparken bu süreci yaşamaya başladım. Önce tedirgin oldum, sergi çok güncel bir şeye değinmeye başladı diye. Fazla güncel. Bazı arkadaşlarımla da tartıştık bunu, metafor olamayacak kadar güncel. Ama ne yapacağım ki bu çıktı? Bunun da arkasında durmam lazım. Kitap çizimleri bana nefes aldıran, başka bir hayal gücüne yönlendiren bir şey. Normalde ben evimde oturup çalışırken Türkiye gündeminden de geçmişten ve gelecek korkularından kopartamıyorum kendimi.

 

Peki kopartmak mümkün mü? Ya da senin için mümkün olmamasından yola çıkarak, bu kopartma samimiyetin sorgulanabileceği bir nokta mı?

Bence mümkün. Bir insanın ihtiyacına bağlı, çok sıkışmıştır ve gerçekten kurtulmak için kendini başka bir dünyaya atıyorsun. Bu son derece samimî bir durumdur. Bunu yaparkenki dinamikler ve insandaki tezahürleri değişiyor. Samimiyet her şekilde mümkün. Bu da yeni slogan olsun. Yalan söylerken bile samimî olabilirsin. Açık açık önceden yalan söylüyorum diye uyararak yalan söyleyebilirsiniz. İnsanın canı yalan söylemek de isteyebilir. Çok özgür bir alan sanat. O kadar özgür ki ne zaman samimiyetin ortaya çıktığını tahmin etmek güç. Taklit söz konusuysa belki...

 

Onun bile içinden rahatça çıkabiliriz galiba.

Evet, onun bile samimî yöntemleri vardır.

 

Hiç buradan başka bir yerde yaşama gibi bir girişim oldu mu hayatta?

Girişim olmadı, niyet oldu. Yurtdışını, şehir dışını düşündüm kaçmak için. Bir ara Atina’ya yerleşeyim diyordum. Eskiden burayı dolduran şehirli bir içerik vardı. Rumlar, Ermeniler falan. Bunların hepsi boşaltıldıysa, yok olduysa bu insanlar nereye gittiler? Atina’ya gittiler, kurdular. Orası bir köydü gittiklerinde, sonra koca bir şehir oldu. Adamlar ortalığı birbirine katıyorlar. Şimdi Atina’ya gittiğimde ben bir şekilde hâlâ İstanbul’un peşinde olmuş olacaktım. Orada çok sevdiğim insanlar var, yakın arkadaşlarım var. Nefes alınacak bir alan yarattım, en önemlisi bu zaten. İşgal altındayız sürekli, devamlı değişiyor her şey. Sürekli üste bir katman daha ekleniyor. Altta kalanın ezildiğini görüyorsun. Yenikapı batıkları gibi, altta kalmış bizi bulacaklar bir gün. Çok hızla tarihe karışıyoruz.

 

Sen epey bir Avrupa’ya sergiye de gittin. Orada yaptıklarının ele alınışı, algısı nasıl?

Ya ben çok gittim. 2006’dan 2009’a kadar neredeyse sürekli İstanbul’la ilgili bir sergiye katıldım. Uluslararası sanatçı olmak diye bir şey var, bir de İstanbul olayı var. Ben nereye kadar uluslararası işler yaptım bilmiyorum çünkü hep İstanbul çatısı altında sergilere katıldım, İstanbul 2010 süreci oldu. Uluslararası sayılabilecek bir tek Lyon Bienali’ne katıldım. Orası İstanbul’dan kopmuş olduğumu hissettiğim tek yerdi. Kendimi 2010 süreci dışında hissettiğim andı. Bir 2010 geçti başımızdan, bir sürü yere gittik sanıyoruz. Büyük konuşmak istemiyorum ama ben ne yaptığımızı tam bilmiyorum. Avrupa’da çok vakit geçirdim, çok şey öğrendim tabiî. İşin nasıl kotarılması gerektiğiyle ilgili çok fikrim var artık; malzemenin kotarılması, prodüksiyon aşaması gibi...

 

Serginin hazırlanma süreci, burada vakit geçirme durumu nasıl?

Gamze Özer ve Timothee Huguet ile çalışıyorum burada. Hem bana yardım ediyorlar hem de sergi için yaptığım son çizimleri kitaplaştırıyorlar, serigraf basıyorlar. İlginç bir kitap yapıyoruz.

 

Sergide olacak mı?

Sergide sunacağız, ve satılacak da. Öğrencilerin, sanatçıların, herkesin alabileceği fiyatta olacak. Benim en büyük hayalimdi bu zaten. Gamze ve Timothee’nin Bakkal Press diye bir yayınevleri var. Çok iyi anlaştık onlarla, dedim benim sergide de çalışalım. Onlar da hem çalışalım hem de kitap yapalım dediler. Şimdi gecelerini gündüzlerine katarak kitapla uğraşıyorlar.

 

Kaç tane basacaksınız?

Şu an 100 edisyon basıyoruz. Ondan sonrasına bakacağız. Orijinal boyutlarında kaliteli baskı olarak alınabilecek olması çok uzun zamandır istediğim bir şeydi. En çok istediğim bir diğer şey de kişisel sergide ortak olarak nasıl çalışılır, onu bulmaktı. Yani sergiden dışarıya hakkıyla bağlantı nasıl yollanır? Genç sanatçılar onlar, onların da kendi kariyerleri işleri güçleri var. Ve bu oldu. Birlikte çalışıyoruz.

 

Duvara çizilen resimler sonra n’oluyor bu arada?

Kapanıyor. Eskiden içim acırdı, çünkü orijinal işi duvara bırakır giderdim ben. 2008’de yapmayı bıraktım bunu. İnsanın emeğine ihanet çünkü. O yüzden önce çiziyorum, sonra duvara yansıtıyorum, üstünden çiziyoruz, onda bir sorun yok. Grafik olarak başka bir ortama aktarmış oluyoruz. Orijinal işin yorumu gibi. Müzik dünyasında remiks yapmak ya da dub gibi, ne bileyim. O tür bir şey.

 

Film izliyor musun bu aralar?

Çok fazla film izliyorum. Beni en çok etkileyen BBC belgeselleri oldu. Memelilerin Yaşamı serisi çok kafamı açtı. Bitkilerin Özel Hayatı var, o da çok güzel. Ve Nuri Bilge’nin son filmini çok beğendim. Adam öyle bir aşama kaydetmiş ki. Film diyorsanız Nuri Bilge, albüm diyorsanız da bu sene ne çıktı çok takip etmedim ama bir tanesi beni çok sürükledi ve bu sergide çok etkisi var. PJ Harvey’nin son albümü. Kadın kendi içinden bir başka insan çıkarmış. Nuri Bilge de aynı şeyi yapmış. Epeydir dinlemiyordum kadını, inanılmaz bir şekilde kendinden kurtulmuş. Gençken öcü gibi söylerdi, şimdi tam tersine dönmüş, denge yakalamış. Sergi sürecinde tamamen beni rahatlattı. Neil Young – “Dead Man” falan lâzım bana zaten, yoksa çok paniklerim.