Bantmag

ÇOĞUNLUĞU KORKU, GERİLİM, AKSİYON TÜRÜNDE BİR YIĞIN FİLM İZLEYİP UYUMAK, ÇOK AĞIR BİR YEMEK YEDİKTEN SONRA UYUMAKLA BİRMİŞ MEĞER. İNSAN UYKUSUNDA BİR KÂBUSTAN DİĞERİNE YELKEN AÇIP, O MACERADAN, BU MACERAYA KOŞUYORMUŞ. İŞTE SİZE TÜYLER ÜRPERTEN, UZUN SOLUKLU BİR ASANSÖRLÜ KÂBUSUN KAT KAT, DETAY DETAY DÖKÜMÜ...

 

ZEMİN KAT

Her şey çok normal başladı. Sıradan bir pazartesi günü, binadan içeri giriyorum, ofiste bir yığın iş beni bekliyor. Yolda içip, sonuna geldiğim plastik bardaktaki kahvemi ortada duran çöp kutusuna atıp, çağırdığım asansörü bekliyorum. Benden başka bekleyen kimse yok asansörü, bina da genel olarak boş. Pazartesi değil de cumartesi günü de fazla mesaiye gelmişim sanki. Neyse, sonunda asansörün kapıları açılıyor. İçeride dört beş kişi. Yüzlere çok dikkatli bakmadan biniyorum. Çıkacağım kata basıp bekliyorum. Asansöre huzursuzluk hâkim. Kafamın yanındaki aynaya bakıyorum. Bir çift göz daha bakıyor bana. Kanım donuyor. Herhangi bir çift göz değil de şeytan gözleri sanki. Terlemeye başlayıp, acayip huzursuzlanıyorum. Sıradaki katta kapı açılıyor, kendimi dışarı atıyorum.

 

 

Devil (2010)

Geçtiğimiz sezon bizde de gösterilen film, bir asansörün içinde kapalı kalan, içlerinden biri şeytan, beş kişinin hikâyesini anlatıyordu. Öyküsünü M. Night Shyamalan'ın kaleme aldığı, ufak ve çok ciddiye alınmadığı taktirde eğlenceli zaman geçirten bir gerilimdi.

 

 

4.KAT

Çıkacağım kata daha çok var ama aynadaki şeytanın bakışları yüzünden dışarıdayım. Soluk soluğa kalmışım, ağzım kurumuş. Nefesimi dengelemeyi başarıp, yandaki diğer asansörü beklemeye koyuluyorum. Aşağı doğru iniyor ama umurumda değil. Çıkmak istiyorum binadan. Asansörün kapıları açılıyor. İçeride iki adam. Birinin ağzı burnu kanlar içinde. Tanıdık yüzlerine kafamı çevirip duruyorum. Kanlardan rahatsızım. Ama adam çok tanıdık. Diğer tarafıma dönüp kesik bir bakış atıyorum... Oha! Leonardo DiCaprio... Her zamanki çatık kaşlı, sıkıcı oyunculuğuyla ensemde rol kesiyor resmen. Ağzı burnu kan içinde olan da Matt Damon. Bir alttaki katta kapı açılıyor. Asansörün huzurluğuna dayanamayıp dışarı atıyorum kendimi. Arkamda silah sesi ve yere düşen heybetli bir vücudun gümbürtüsü... Kalbim çok hızlı çarpıyor.

 

 

The Departed (2006)

Martin Scorsese'ye kariyerinin ilk Oscar ödülünü getiren ve Uzakdoğu serisi Infernal Affairs'dan uyarlanan film, yıldızlarla dolu kadrosuyla da ışıldayan, zımba gibi bir aksiyondu. Asansörde geçen bu sahne ise filmin kilit anlarından birine hizmet ediyordu.

 

 

3.KAT

Binadan çıkmak için can atarken kendimi bir yığın güvenlik görevlisi ve aralarına sıkışmış bir adamın olduğu bir başka asansörde buluyorum. Yine huzursuz bir asansör. Sanki katları değil yılları çıkıyormuş gibi uzun sürüyor yolculuğumuz. Derken uğursuz bir konuşma ve yine bir yığın itiş kakış... Ne olduğunu anlayamadan ortadaki adam güvenlik görevlilerinden birkaçını yere serip birinin boğazına yapışıyor. Kenara pısıp kalıyorum. Adam yüzünde kan lekeleriyle son adamı da yere seriyor. Nihayet asansör durunca adam bana bakıp gülümsüyor ve iniyor. Benim biraz içim geçmiş. Gözlerim karanlığa gömülmüş.

 

 

Die Hard with A Vengeance (1995)

Bruce Willis'ın başrolünü oynadığı efsane aksiyon serisinin üçüncü filmi, ilk filmden sonra serinin en çok sevilen ikinci filmi olmuştu. Asansörde geçen bu sahneyse filmin en soluksuz aksiyon sahnelerinden biri...

 

 

1.KAT

Siyah-beyaz bir filmin içinde gibiyim. Bağrış çağrış içinde bir kadın. Eski bir asansör değil de bir kafesteyim âdeta. Bir avuç haydut bizi bu asansöre kapatmış, evi soyuyor. Ve acayip terbiyesizler. Üstelik heriflerden biri tanıdık mı ne?.. Bir yerden çıkaracağım ama... Ortamda silah var... Yine gerim gerim gerilmiş haldeyim. Ve binanın çok uzağındayım. Burası resmen müstakil, garip bir ev... Yoksa set mi? Hiç bilemedim. Bir tanesi elinde silahla buraya doğru geliyor. Gözlerimi yumuyorum sıkı sıkı... Uyanmak istiyorum artık.

 

 



Lady in A Cage (1964)

Başroldeki Olivia de Havilland'ın enfes bir performans sergilediği ve James Caan'ın kariyerinin ilk rollerinden birini oynadığı film, sinir bozucu ve tekinsiz bir gerilim. Havilland, filmde kendi evinde soyguncular tarafından asansörde kilitli tutulan Bayan Hilyard'ı canlandırıyordu.

 

 

7.KAT

Gözlerimi yine bir asansörde açıyorum. Bu kez bir adam var yalnızca yanımda. Kapı açılıyor. İçeri bir kadın ve bir adam giriyor. Adamın sırtında akrep deseni olan berbat bir ceketi var üstünde. Güzel bir kadıncağız da yanında. Asansörde benimle birlikte duran diğer adamın varlığından rahatsız belli ki, akrep ceketli. Kadını geriye doğru itiyor. Her şey çok yavaş. Asansörün içinde bir anda her hareket ağır çekimde yaşanmaya başlıyor. Benim zihnim bile ağır ağır bulanıyor sanki. Akrep ceketli ile diğer adam boğuşuyor. Adam yerde şimdi... Kafasına darbeler alıyor. Midem bulanıyor. Kusacak gibiyim. Dışarı atıyorum kendimi...

 

 

Drive (2011)

Bu sezonun en sevilen filmlerinden biri olan Drive’da, Ryan Gosling ve Carey Mulligan'ın son kez buluştuğu bu asansör sahnesi, filmin zirve anlarından biri... Yılın bu bol ödüllü ve eğlenceli aksiyon-dramının, seyir zevki de bir hayli yüksek.

 

 

14.KAT

Nefes nefeseyim yine. Bu kadar çok asansöre girip çıktığım, bu kadar aksiyon yaşadığım başka bir gün yoktur herhalde. Ofise çıkıp sıkıcı işlerime kavuşma isteğim hiç bu kadar yüksek olmamıştı hayatım boyunca sanki. Bir an evvel varmak istiyorum. Sanki yukarı çıkınca, masama oturup, bilgisayarın başına geçince tüm bu anormallikler noktalanacak gibi. Derken asansörün kapıları açılıyor. İçeride takım elbiseli, Uzakdoğulu bir adam... Ağlıyor... Biniyorum çaresiz. En azından zararsız birine benziyor. Yukarı çıkmak istiyorum. Ağlamaya devam ediyor adam, sanki kısık sesle de birşeyler sayıklıyor. Sanki çok kötü bir şey yapmış da özür diliyor gibi. Pişman ağlaması... Kafamı çekirip bakmak istiyorum. Hem de iyi bir şey söylemek. Sakinleştirmek... Arkamı dönüyorum. Uzakdoğulu adam, kafasına silah dayamış, ağlayarak gözlerimin içine bakıyor ve tetiği çekiyor. Her yer kan... Suratım bile.

 

 

Oldboy (2003)

Son on yılın en sevilen filmlerinden biri olan ve “kısa sürede kült mertebesine yükselmek” klişesini sonuna kadar hak eden filmin belki de duyguları en çok ayağa kaldıran sahnesi, asansörle köprü kenarının paralel kurgusundan oluşan bu mevzubahis sahnedir...

 

 

21.KAT

Tüm vücudum titreyerek geriye doğru adımlarla asansörden çıkıyorum. Titriyorum. Bugün bu asansörlerde çok insan öldü. Suratımda kan var. Üstümde kan... Çok ölüm gördüm. Çok silah, çok yumruk, çok kan. Vücudum titremeye devam ediyor. Asansörden çıkmış, koridorda geri geri yürümeye devam eder haldeyim. Asansör bir süre önce kapandı. Geri geri gidiyorum. Koridor uzun. Kenarda sarışın, şirin bir çocuk var. Üç tekerlekli bisikletiyle oynuyor. Zemin halı kaplı. Geri geri yürüyorum... Duvarlar bir garip, plazada değil de bir oteldeyim sanki. Kenarda ikiz kız çocukları. Acayip ürkütücüler... Suratımda kan var... Asansör yeniden bu katta durdu. Kapılar titreyerek açılıyor. Omuzlarımın titremesi de geçmedi. Asansörün kapıları açılıyor. Sarsıntıyla... Gördüğüm şey gerçek değil gibi. Bir felaket filmindeyim sanki ve üzerime dev bir dalga koşuyor. Ama bu dalga kırmızı. Açılan asansörün kapılarından coşkun bir şelale gibi kan boşalıyor. Yüzümde kan var. Şimdi tüm vücudumda. Sarsılıyorum kanla. Düşüp kafamı çarpıyorum...

 

 

The Shining (1980)

Stanley Kubrick'in bu korku başyapıtı, pek çoklarına göre sinema tarihinin en ürkütücü filmi. Sözü geçen asansör sahnesi ile Psycho'daki duş sahnesiyle birlikte korku sinemasının ve tüm beyazperde tarihinin klasikleşmiş anlarından birine dönüşmüş durumda.

 

 

HAREKETLİ KAT

Kafamı ne kadar hızlı çarptıysam, korkunç bir ağrıyla açıyorum gözlerimi... Üstümde kandan, lekeden iz yok. Yine bir asansördeyim.  Hareketli bir asansör... Rengârenk bir fabrikadayız. Yanımda garip bir şapka ve acayip kılığıyla bir adam ve gösterişsiz giysisi, hayran bakışlarıyla minik bir çocuk. Soluk soluğa yolculuğumun nihayet şeker gibi bir ânındayım. Bu kez güzel şeyler oluyor gibi. Kalbim heyecandan atıyor. Sinir, stres, ölüm korkusu bir kenarda kaldı. Yine de bir huzursuzluk var gerçi üzerimde. Bir parça da midem bulanıyor. Şekerlerin, çikolataların arasından süzülürken, midemin çalkalanmasına daha fazla dayanamayıp aşağıya bırakıyorum kendimi. Salınıyorum boşlukta, ayaklarım yerden kesilmiş. Arkamda vanilya rengi bir gökyüzü...

 

 

Willy Wonka & Chocolate Factory (1971)

Çikolata fabrikasından Mel Stuart imzalı bu ilk uyarlama, Tim Burton'ın gösterişli ama heyecansız versiyonundan çok daha eğlenceli ve parlak bir adaptasyon olmasının yanısıra, klasikleşmiş asansör gezintisiyle de çocuk ve çocuk ruhluları da enfes bir yolculuğa çıkarır.

 

 

TERAS

Vanilya rengi gökyüzü etrafımda şimdi. Şeffaf bir asansörün içindeyim. Yanımda bana bir şeyler anlatan bir adam var. Yaşadıklarımın hepsinin benim ikinci hayatım olduğunu anlatıyor. Bu kâbus atmosferi, benim seçtiğim bir rüyaymış. Plaza hayatı canıma tak etmiş, bitmek bilmeyen rutinimden kurtulma endişem beni bir anlaşmaya imza atmaya kadar getirmiş. İkinci şansı, ikinci bir hayatı seçmişim. Teması asansörmüş. Sürekli maceralar yaşıyor ve ama hep hayatta kalıyormuşum. Kural da buymuş. Ama yaşadıklarım rüya mı değil mi çözebilmiş değilim. Asansörle yükselmeye devam ediyoruz. Adam da konuşmaya devam ediyor ama bu süre sonra konudan kopuyorum. Terasa varıyoruz. Dışarı çıkıp yürüyorum. Hangisi rüya, hangisi gerçek anlamıyorum. Terasın ucuna kadar ilerleyip kenardaki taşın üstüne çıkıyorum. Aşağıya bakıyorum. Aşağısı dev bir ekran. Milyonlarca kareye bölünmüş ve her birinde başka bir film oynuyor. Başım dönüyor bu ekrana bakarken. Dengemi kaybedip düşüyorum. Milyonlarca filmin ortasına, başladığım yere, onca filmin arasına süzülüyorum... En azından bir asansörün içinde değilim şu an. Süzülüyorum.

 

 



Vanilla
Sky (2001)

Zekî senaryosu ve Cameron Crowe'un marifetli elleriyle, 2000'li yılların eli yüzü düzgün filmlerinden biri olarak anılan Vanilla Sky, çok katmanlı hikâyesinin çözüme ulaştığı asansör sahnesiyle izleyicisini etkileyici bir finale hazırlar.