Bantmag

1. SELAM... TABİÎ Kİ YİNE O UZUN VE SIKICI CÜMLELERLE BAŞLAMAYACAĞIM. HER ŞEY AYNI, BİR DEĞİŞİKLİK YOK. SİNEMA YERİNDE DURUYOR, GÖBEĞİM HÂLÂ BÜYÜYOR, BEŞ KURUŞ PARA KAZANAMADIK VE ORTAĞIM ANIL İNATLA İŞE GELMİYOR. GELDİĞİ ZAMAN DA KORKUNÇ BİR ASIK SURATLA EMİR VE DİREKTİFLERİNİ İLETİYOR.

 

Bir sonraki kontrolüne kadar ortalıktan kayboluyor.  Bazen ortağım olan ağabeyimle sado-mazoşist bir ilişki içinde olduğumu düşünüyorum, ama bu kadar mahreme girmek hoş olmaz ve sizi de hiç alâkadar etmez herhalde.

 

Bir süredir düşünüyorum, belki daha önceden de bahsetmişimdir, hatırlamıyorum. Bazen arka arkaya o kadar karanlık ve sinir zıplatan filmler izlersiniz. Bir bakmışsınız farkına varmadan içinizi, ruhunuzu bu filmler ile büzmüş, buruşturmuş ve düzeltemez hale getirmişsinizdir. Bana (bize) bu o kadar çok oluyor ki keyifsizliğimin sebebini başka başka şeylerde arayarak kendimi kandırmaya çalışıyorum. Oysa hiç kaale almadan televizyonda takılıp kalıp izlediğimiz bir film bile içimize bir şeyler ekip gidiyor hayatımızdan. Her ne kadar “Aman ne kötü, ıyy” gibi sesler çıkartarak izlesek de, o çaktırmadan mikrobunu bulaştırıyor. Olur olmadık şeyler kafanızda dönmeye başlıyor ki bu da sanırım sinemanın sihri dedikleri şeyin kara büyü hâli olsa gerek.

 

Böyle zamanlarda aklım önce komedi filmlerine giderdi. Ama çok uzun süredir, tarzı ne olursa olsun yetmişler sinemasının tatlı terapisine kendimi bırakmayı yeğliyorum. Pastel renkler, görüntünün dokusu, kurgu, oyunculuk, bambaşka bir güzellik anlayışı ve cinselliğe kendine has bakış açısı. Herhangi bir Dirty Harry (Don Siegel, 1971) seyrederken bile Candy Stripe Nurses (Alan Holleb, 1974) gibi porno izleme hissi yakalatan başka bir dönem yok herhâlde. “Yok, abarttın” diyorsanız, “Hiç de öyle değil” diye cevap veririm ama daha da açmam konuyu. Öyle işte.

 

İşte tam da böyle bir zamanda seçki kralımız Anıl elinde beklettiği bir malzeme ile çıkageldi. Candy Snatchers her ne hikmettense başlangıçta İngiliz filmi hissi veren ama izledikçe orta sınıf Amerika’nın tüm renklerini yansıtan ilginç bir film.

 

İstismar sineması deyince Tarantino’yu işaret eden kırılası parmakları sinemadan kovduktan sonra oturup karşılıklı çay-kahve içmeye başladık. Her ne kadar ara ara Tarantino’yu hedef alsam da bu adamın bu tarz sinemaya getirisini yok saymak ayıp olur. Bazı filmlere belki de bu adamın şöhreti sayesinde ulaşıyoruz. O yüzden yukarıda sarf ettiğim cümle Tarantino’nun kendisine değil, geçmişi silip sadece bugüne bakan, “Aman efektler de ne kötüymüş” diyen kafalara. Gördüğünüz gibi bağırıp çağırmadan, azarlamadan konuşamıyorum. Oysa ki yoğun baskı altında ilerleyen iş hayatımın yansımalarından başka bir şey değil bunlar.

 

Her ne kadar türü “istismar” olarak geçse de, şiddeti kullanımı açısından çok daha naif olduğunu düşündüğüm bir yapım, The Candy Snatchers. Özellikle Tiffany Bolling’in çirkefleşmeden psikopatlığa ulaşmayı başarmış oyunculuğu (ve tam da o döneme uygun güzelliği) bile filmi izlemek için yeterli. Her ne kadar The Last House On The Left (Wes Craven, 1972) gibi bir filmin tavan yapmasından sonra ortaya çıkan psikopatlı işler furyasının bir parçası gibi gözükse de, kendini nüanslarla o yığının arasından kurtarabilmiş gözüküyor.

 

Az önce iki kişiyi daha kovduğum salonumuzda yine bir başımıza kalakaldık. Geçen haftaların şizofren kafa karışıklıklarından arınmış olarak, gayet keyifli bir şekilde, biralarımızı yudumlayarak makinenin “on” tuşuna basıyoruz…

 

2.

Eddy (Vincent Martorano), Jessie (Tiffany Bolling), ve kardeşi Alan (Brad David), kuyumcuda çalışan Avery’nin (Ben Piazza) kızı Candy’i (Susan Sennett) kaçırırlar. Avery’nin fidyeyi ödemeye yanaşmaması, üçlünün daha sert yollara başvurmasına neden olur. Bu deneyimsiz çetenin bulunduğu çevrede yaşayan beş yaşındaki otistik Sean (Christopher Trueblood), Candy’nin yaşadıklarına tanık olur. Aynı zamanda Candy’nin umudu…

 

“Money Is The Root Of All Happiness”

 

Girişim #1: 70’lerin suç filmlerine bayılırım. Sam Peckinpah’ın elinden çıkmadığı sürece, içeriğinin aksine genelde güvenli bir alan sayılır. Belki ihtiyaç durumundan, belki de modern Robin Hood olmak için bir araya gelmiş deneyimsiz insanlar bir halta kalkışır, fakat ummadıkları bir duvara çarparlar. Kaçırdıkları kişi bazen başa bela olur, bazen de işin içine aşkın girmesiyle çetenin bir parçası hâline gelir. Heyecanlı ve eğlenceli bir kaçıp kovalamacadan sonra birkaç kayıpla beraber mutlu sona ulaşılır. Tabiî çetemiz iyi niyetli olduğu için dersini de alır: Bir daha asla.

 

İşte The Candy Snatchers da böyle bir film… değil!

 

Girişim #2: Amerika’da, 70’lerin başında sansürün ve stüdyolar üzerindeki baskıların hafiflemesiyle (ahhh, o 70’ler) 60’larda zaten âlem yaşayan istismar sineması daha bir coşar. Wes Craven’ın deprem etkisi yaratan The Last House On The Left’inin koparttığı gürültüyle, bu tür filmlerin içerdiği seks ve şiddet oranı artar. Konuların bir cümleyle anlatılabildiği, oyunculukların alenen kötü, yönetimin ise sinema duygusundan millerce uzak olduğu bu tür filmlerde elbette önemli olan, yani biz seyircinin aradığı, küfürlü bir dil, suça bulaşmış bir konu, dövüşlü/cinayetli bir aksiyon ve elbette cıbıl kadınlar ve seks.

 

İşte The Candy Snatchers da böyle bir film… değil!?

 

Lafı dolandırıyorum, çünkü bu filmin karşısına geçtiğimde iki beklentim vardı. Ne var ki film, “Dirty” Harry Callahan gibi, kendi yolunu seçtirdi. The Candy Snatchers, kâğıt üzerinde istismar sinemasının kurallarına uyuyor görünen bir film. Hattâ filmin afişini görüp de Last House On The Left klonu saymak mümkün. Lâkin… Üzerinde hâlen tartışılıyor olsa da artık sinema tarihine geçen The Last House On The Left yanında, içerdiği onca ölüm, şiddet ve sekse (tecavüz?) rağmen grafik anlamda dozajı oldukça düşük kalıyor. Fakat sahip olduğu önemli özelliklerden dolayı istismardan çok küçük bütçeli bir A-sınıfı film olarak saymak daha doğru olur: Karakterlerin pek normal olmadığı bu filmde oyunculuk, şaşkın üçlüden şahit çocuğa kadar, bu tür filmlerden beklenmeyecek kadar iyi. Özellikle eski Playboy kızı Tiffany Bolling, filmin “pek fenası” Ben Piazza, gariban Susan Sennett ve ibretlik annesiyle, aynı zamanda yönetmenin oğlu olan Christopher Trueblood’ı ayrı bir yere koyuyorum. Benzeri sık işlenmiş, klişeler tuzağı konusuna rağmen şaşırtıcı kavşaklara ve tek boyutlu olmayan karakterlere sahip bir senaryo. İnsanda uzadı hissi yaratmayan, süresini zorlamayan bir kurgu. İstismarın vazgeçilmez bir sosu olan nihilizm ise, filmin tema şarkısından anlaşılacağı gibi bu filmde kapkara bir komedinin parçası. Ve pek bir rahatsız edici. Özellikle filmin finali sadece karakterler için değil, seyirci için de moral bozucu. Kötünün değil, kötülüğün kazandığı bu filmde uyduruktan ahlak dersi de bulunmuyor.

 

Dementia filmlerinin bir kısmının (biraz da şans eseri) bazı ortak özellikleri bulunuyor. Filmin zamanında ilgi çekmemesi, gösterimde çok kısa kalıp 30-40 yıl seyirciden uzak kalması gibi. Veya yönetmenlerin tek sinema filmi olup kariyerlerine televizyonda devam etmeleri gibi. Bu durum The Candy Snatchers için de geçerli. Yakın zamanda Amerika’da basılmış tertemiz kopyalı bir baskısı yapılana kadar film ortadan kaybolmuş. Aslında bu durum üzücü sayılabilir. Çünkü The Candy Snatchers hem sürpriz bir film, hem de şaşırtıcı derecede iyi bir film. Rastlantısal olmayan bu durumun devam etmemesi, doğrusu yazık.

 

Bir benzetme yapmak gerekirse (sanki zorlayan varmış gibi!) Tarantino’nun ve Lynch’in ıslak rüyalarına ev sahipliği yapan ve bu satırların yazarının ağzını açıkta bırakan “Ar damarı ne de güzel çatlamış” bu filmi Bant Mag. okuyucusu olarak bulduğunuz yerde kaçırmayın.