Bantmag

MARTHA MARCY MAY MARLENE

İki yıldır ortadan kayıp olan Martha, dâhil olduğu topluluktan Martha Marcy May Marlene olarak kaçıp ablasının evine sığınır. İnsana tek bir isim bile fazla gelebilirken, üç isimle birden çıkılan bu yer, toplum öncesi doğal duruma dair varsayım ve fantezilerin bir örneğini yaşamaya çalışıyordur; mülkiyet fikri yoktur, avlanma, çalma, öldürme, tecavüz, grup seks, sıradan hayatın parçalarındandır. Modern kentli insanın hırslarından çok uzakta, herkesin yapabilecekleri doğrultusunda kendi rolünü bulacağı bu yerde, öz benliğe nefes aldıracak boşluklar bırakmayan ataerkil bir otorite ve itaat beklentisi hâkimdir.

 

Böyle bir toplumda doğmamış biri için alışması güç olduğu kadar travmatik bir etki de. Bu topluluktaki yaşamı ve travmayı ise Martha’nın ablası ve eşinin yaşadığı göl kenarındaki büyük bir dağ evinde, mental geri dönüşlerle izliyoruz. Kurgudaki ince işçilikle rüyalar, sanrılar, hatırlamalar iç içe geçmiş bir şekilde görünüyor. Hatırlamaların aslında yeni birer yaratım olduklarını düşünürsek, Martha ile birlikte izleyenler de gerilim yüklü bir paranoyaya ortaklık ediyorlar. Bu ortaklığın dışında kalan ve geçen iki yıl hakkında Martha’ya dair hiçbir şey bilmeyen New Yorklu “başarılı” zengin çift ise Martha’nın alışılmışın dışındaki davranışları ve geleceksizliğine çözüm bulmak istiyor. Martha çıplaklığından utanmıyor ve bunun farkında bile değil. Martha koskocaman bir evde iki kişi yaşayan bu insanların senelik izinlerini, yaşamlarını anlamıyor.

 

Komünde geçirdiği hayatla ablasının yanındaki hayatın resimsel farklılığı zamanla hiçbir şey ifade etmez oluyor. Bu durağan ruh kapital tacize, onlardan biri olma baskısına maruz kalıyor, onun peşinden gelen geçmiş korkularıyla birlikte. Bu noktada yani bu iki dünyanın tasviri konusunda film biraz yüzeyde kalıyor. Abla ve eşinin performansı bu kadar başarılı olmasa (ki filmin en güzel sürprizlerinden biri İngiliz aksanıyla arz-ı endam eden Hugh Dancy) karikatürize edilmiş bu modern insan portresinden çok daha fazla rahatsızlık duyardık. Bu sebeple filmi değerlendirirken sunduğu makro politik resimden çok Martha özelinde kalmayı tercih ediyoruz. Zaten Martha’ya can veren Elizabeth Olsen’in muhteşem performansı, izleyende böyle bir eğilimi neredeyse zorunlu kılıyor... Kısa filmleriyle Cannes, Venedik gibi büyük dünya festivallerinde ilgi çeken Sean Durkin’in ilk uzun metrajlı filmi olan Martha Marcy May Marlene’in, 2011 Venedik Film Festivali en iyi yönetmen ödülünü aldığını da belirtelim. M.D.

 

 

A DANGEROUS METHOD

İnsanın başına ne geliyorsa, beklenti ve önyargıdan geliyor. Cronenberg'in Viggo Mortensen, Michael Fassbender, Keira Knightley, Vincent Cassell'li yeni filmi, hem de içinde Freud, Carl Jung cirit atıyor, hem de prömiyerini Venedik Film Festivali'nde yapıyor, fragman da harika görünüyor derken, hepimiz A Dangerous Method'a bir yükseldik. Beklentiler arttı. Neticede sinema salonlarını doldurup, film sanki hayatın anlamını fısıldayacakmış gibi beklemeye koyulduk. Ve elbette önemli bir kısmımız, salondan hayalkırıklığıyla ayrıldı. Her şeyden önce A Dangerous Method, bir Jung ve Freud hikâyesi anlatmıyor. Hattâ Jung'un, başta hastası, sonrasında meslektaşı olan Sabine'le kurduğu sado-mazo ilişkinin de peşinden koşmuyor. A Dangerous Method, düpedüz bir Sabine Spielrein filmi. Onunla açılıyor, onunla kapanıyor, onu anlatıyor. Ne kadar hasta ve karanlık bir yerden, ne kadar parlak ve kendine güvenli bir yere gelişini, nasıl yol aldığını anlatıyor. Bunu yaparken de hikâyesindeki boşluklara aldırış etmeyen, karakterleri arasındaki ilişkilerin karmaşıklığına yeterince kafa yormayan bir anlatımı benimsiyor. Dolayısıyla A Dangerous Method, uyarlandığı kitapla, tiyatro oyunu arasına sıkışıp kalmış, yer yer sarkık ve odaksız bir işe dönüşüyor. Elbette ortada ilginç bir iş var ve görülmeye değer pek çok an mevcut, ama son tahlilde film Keira Knightley'nin çenesini çıkara çıkara oynadığı 'hasta kadın' performansıyla Oscar peşinde koştuğu bir filmden fazlası olarak hatırlanmayacak gibi. Kaçırılmış bir fırsat, kursakta kalmış bir heves... M.A.

 

 

JANE EYRE

Görüntü yönetmenliğinden gelme Cary Joji Fukunaga, iki sezon öncesinin başarılı filmlerinden Sin Nombre'ye imza attıktan sonra, bu dönem uyarlamasına el atarak şaşırttı. Belki o da, binlerce insan gibi ergenliğe geçiş sürecinde Jane Eyre ve sarsılmıştır, bilemiyoruz. Fakat karşımızdaki iş, Çolpan İlhan'ın histeri krizi geçirip, kapalı tutulduğu evi yaktığı ve bundan sapıkça bir zevk aldığını yüksek oktavlı kahkahalarla dışa vurduğu yerli Jane Eyre uyarlaması Sonbahar Rüzgârları'ndan bu yana önümüze gelen en eli yüzü düzgün uyarlama. Gerçi yakında bir yerli kanalda “Charlotte Bronte'nin ölümsüz eserinden: Jale Eyri” gibi bir dizi görme olasılığımız da yok değil. Biz yine de elimizdeki filme konsantre olmaya çalışalım... Son dönemin parlak yıldızlarından Mia Wasikowska, Michael Fassbender ve Jamie Bell ile dönem filmi görünce oynamadan edemeyen Judi Dench'i izlediğimiz Jane Eyre, şaşırtıcı olmayacak şekilde, öncelikle çarpıcı görüntü yönetimiyle büyülüyor izleyicisini. Fukunaga'nın bu zahmetli romandan şık ve az sorunlu bir adaptasyon gerçekleştirdiğini söylemek mümkün. Mendil ıslattıran ve metnin ahlakî dilemmalarıyla zihnimizi kurcalayan,etkili bir iş izlemek isteyen ve bu yılın en başarılı kostüme dramını kaçırmak istemeyenler Jane Eyre'i ıskalamasın. M.A.

 

 

MELANCHOLIA

Lars Von Trier'in hastalandığını biliyoruz. Antichrist'ı çekerken ayrı, çektikten sonra ayrı krizler geçirdi. Bunları tek tek dile getirdi. Ruh sağlığının yerinde olmadığını, acılar içinde kıvrandığını özenle, inatla anlattı. Hattâ çektiği ve Tarkovsky'e adadığı filmi için özür bile diledi. Ardından Melancholia'yla çıktı karşımıza. Cannes Film Festivali sırasında Hitler'e olan hayranlığını dile getirip, üslûbunu faşist sularda gezdirmekten de çekinmedi. Festivalden kovuldu. Bu olayın ardından da bir özür diledi, bir vazgeçip laflarının arkasında durduğunu söyledi... Özetle Trier, son on yılda çok az sustu. Bir ara kalkıp dünyanın en iyi yönetmeni olduğunu bile açıkladı. Tüm bunların nedeni, ilgi çekmek ya da ne kadar arıza bir insan olduğunu haykırırcasına kanıtlama isteği de olabilir elbette. Peki ama bizi ilgilendiren şey, yalnızca Trier'in sineması mı? Biz, onun varlığını ve açıklamalarını görmezden gelerek mi yaklaşmalıyız sinemasına? Bu, ne kadar doğru ya da akılcı bir yaklaşım olur? Elbette Trier'in tutarsız açıklamaları ve garip çıkışlarını, filmlerini değerlendirirken görmezden gelemiyor insan. Elbette Dogville'den beri dişe dokunur hiçbir şey ortaya koyamazken, bir yandan da delilercesine ilgi dilenen hâline üzülüyor insan ve elbette çektiği zayıf filmleri, acılar içindeki (!) haline bağlamak durumunda kalıyor, ister istemez. Tüm bunların yanında, Melancholia da Trier'in Antichrist'taki aşırılığını, bu kez bir çeşit felaket filmi senaryosuna uydurup, yine hikâyedeki tüm açıkları ve aceleye gelmiş tarafları, Trier'in çalkantılı ruh durumuyla açıklamak zorunda bırakıyor izleyicisini. İki filmdir bağlı kaldığı “Görsel estetiğe abanmış bir giriş sahnesi + Hiçbir şeye hizmet etmeyen epizodik anlatım + Doğanın göz kamaştıran intikamı” şeklindeki formülünü, ikinci kez sorgu sualsiz yemeye hazır izleyicilere “afiyet olsun”, gittikçe ne idüğü belirsiz hikâyeler ve kim olduklarını dahi açıklamaya üşendiği karakterlerle dolu zayıf filmleri nedeniyle Trier'e “geçmiş olsun” demekten öteye gidemiyor insan. M.A.

 

 

MARGIN CALL

Bırakın gelmiş geçmiş en iyi Wall Street filmi olmayı, Margin Call son dönemde Hollywood'dan çıkan en iyi film olabilir. Neredeyse tamamı, sıradan bir New York gökdeleninin bilmem kaçıncı katında standart bir ofisin dört duvarı arasında geçen film, birebir yaşanmış bir olayı anlatmasa da 2008'deki ekonomik krize sebep veren olayları en ilginç şekilde ortaya koyuyor. İnternet yüzünden (hep suçlanacak biri var sevgili okur) korkutucu derecede kısalmış dikkat süresine sahip biri olarak ben bile bir saniye dahi ekranda olup bitenden kopmadıysam bu film görevini fevkalâde yapmış demektir. Kadro da Robert Altman'ı akla getirecek kadar iddialı ki, bu noktada saymak boyun borcu: Jeremy Irons (özlemiştik), Kevin Spacey (Life of David Gale'den beri hiç bu kadar iyi oynanamıştı [Richard 3'e gidemedik pek sevgili İKSV Lale Kart sahipleri bilet bırakmadığı için]), Stanley Tucci (Jeremy Irons olmasa filmin en cool'u o olurmuş), Paul Bettany (Jennifer Connely mi en güzel Paul Bettany mi en yakışıklı karar veremiyorum), Demi Moore (Ashton mı daha sıkıcı Demi mi ona da karar veremiyorum) ve dizi dünyasından sevdiğimiz Simon Baker (The Mentalist), Zachary Quinto (Heroes) ve Penn Badgley (Gossip Girl)... Tahammül sınırlarını zorlayacak derecede çok parantezli bu yazıyı okuduğunuz için teşekkürü borç bildiğimden, Margin Call hakkında bilmediğiniz iki şey, hediyem: 1. Filmin yazarı ve yönetmeni J. C. Chandor'un babası 40 yıl boyunca Merrill Lynch'te çalışmış... 2. Jeremy Irons'ın canlandırdığı CEO karakterinin ismi John Tuld iken, Lehmann Brothers'ın eski patronunun ismi Dick Fuld... N.B.

 

 

SUPER

Başrollerini Rainn Wilson, Ellen Page, Liv Tyler ve Kevin Bacon'ın paylaştığı ve yönetmen koltuğunda en son Slither'ını izlediğimiz James Gunn'ın oturduğu Super, son dönemde pek bir popüler olan, “süper kahraman olmak isteyen sıradan adam” temasının uygulandığı yepyeni bir örnek olarak karşımıza çıkıyor. The Defendor, Kick-Ass ve Griff the Invisible gibi bu ekolün diğer filmlerinin yanında pek de ilginç bir yanı olmayan Super, şiddet ve kanlı sahneler konusunda diğerlerinden bir tık önde duruyor olabilir. Karakter gelişimi ya da kahramanın ulaşmaya niyetli olduğu idealler konusunda da diğer üç örnekle benzer özellikler taşıyor... Tek başına ele alındığında masumane bir fikirle yola çıkmış, iyi niyetli bir “izle unut” filmi olarak değerlendirilebilecek Super'ın tamamını izlemek yerine, tüm filmin özeti niteliğindeki yaklaşık iki dakikalık animasyon jeneriğine göz atmak da yeterli olabilir. M.A.

 

 

OUR IDIOT BROTHER

2006 yılında Zach Braaf’ lı The Ex’le karşımıza çıkan Jesse Peretz de son zamanlarda belli kırılmalardan geçip, klişelerden kurtulmaya çalıştıkça sinemadan uzaklaşıp diziye kayan Amerikan bağımsızının değişen formülünü kavramış olacak ki, tam da 90 dakikalık yeni bir film ile karşımızda... Kahramanımız Ned, biyodinamik tarım ile uğraşmış sorumsuz, saf bir adamdır ve üç güzel kız kardeşe sahiptir. Onu hayata bağlayan tek şey ise köpeğidir. Aslında bu tip bir özette, hikâyenin gidişatının, karakterlerin başına ne işler açacağını, hikâyeden çok filmin rengi, müzikleri ve referansları belirliyor artık. Keza duruşuyla başkarakterimiz hayli Zack Galifianakis ile 90’ların kültü Jeffrey Lebowski arasında, müzikleriyle ise naifliğini izleyiciye sunmakta ve nihilist yapısıyla statükoya karşı koymakta... Bu film de algısı itibariyle, zaten bunları pek sorgulayan bir noktadan bakmıyor, ki aslında sinema denen şeyin asıl ihtiyacının bu formüller ya da izleyicinin talebinin dışında, Lars von Trier ya da Gaspar Noe’varî büyük şeyler vaat etmesi de gerekmiyor. Fakat filmlerin bir noktadan sonra sorumlu olması gerektiği birtakım kitleleri kendisiyle samimiyetsiz bir ilişki içinde bırakması, eleştirilmek ya da tatminsizlik duygusunu daha fazla hissettirebiliyor. Sonuçta, haftada iki ya da üç film izleyen düzenli izleyici için bu noktada yenilikçi birşeyler arayışı, çoğu zaman Our Idiot Brother gibi filmleri alt edebilmeyi başarmakta. O.Y.