Diren İstanbul Live ve Gezi Parkı TV direniş ile birlikte hayata geçmiş olan iki 'internet televizyonu' diyebiliriz. Onlar gibi sayısız tek kişilik ya da az kişilik yayın kanallarıyla da direniş boyunca tanıştık. Diren İstanbul Live'dan Berkant Akarcan ve Gezi Parkı TV'den Fatih Yücel Köroğlu'na canlı yayın yaparken dikkat ettikleri ve yaşadıklarıyla ilgili merak ettiklerimizi sorduk.
'Yaşanan son çatışmalar esnasında tam 128 farklı ülkeden izleyicimiz vardı, Uruguay'dan bile destek mesajları aldık.'
Gezi Parkı olayları öncesinde bu tür muhabirlik deneyiminiz olmuş muydu?
Aslında muhabirlik deneyimimizden çok hepimiz televizyon, fotoğraf, video ve sinema sektörünün içinde yıllardır çalışan insanlarız. Berkant yıllardır dergi editörlüğü yapıyor, daha önce Van depremi sırasında benzer bir şekilde Twitter üzerinden medyanın eksik kaldığı yerlerde yayın rolünü devralmıştı. Burak keza yıllardır televizyon sektöründe aktif bir şekilde çalışıyor. Bir tek Onur ilk defa canlı yayın ve muhabirlik ile tanıştı ama o da yıllardır moda fotoğrafçılığı yapıyor, medya sektörünün içinde sayılır.
Gezi Parkı olayları başladıktan sonra sizi canlı yayın yapmaya iten ne oldu? Ekibiniz nasıl oluştu?
Ekip kendi kendine oluştu diyebiliriz. Hepimiz olaylar başladığının ilk günü Twitter, Facebook ve Livestream üzerinden susan medyanın insanların bilgi alma özgürlüğünü baltalaması üzerine refleks olarak yayın yapmaya başladık. Burada en önemli nokta yazdığımız yazıları ve paylaştığımız görüntüleri teyid ediyor oluşumuzdu, bu da insanların güvenini kazandıran bir şeydi. Sonuç olarak, yaşanan son çatışmalar esnasında tam 128 farklı ülkeden izleyicimiz vardı, Uruguay'dan bile destek mesajları aldık. Onur zaten 31 Mayıs gecesi Gezi'deydi ve yayınladığı fotoğraflar sayesinde oldukça geniş bir kitle ondan takip ediyordu fotoğrafları. Berkant da 1 Haziran sabahı Taksim'e direkt olarak canlı yayın ekipmanıyla giderek yayınlara başladı, "birinci İstiklal harbi" esnasında çatışmalarda 3G yettiğince ilk canlı yayınları yapmaya başladı Livestream üzerinden. Burak da keza başka bölgelerden canlı yayın yapıyordu Ustream aracılığıyla. Sonraki günlerde işi biraz daha profesyonel hale getirip Livestream çatısı altında birleştirdik ve tek bir kanal üzerinden eş zamanlı olarak farklı bölgelerden canlı yayın yapmaya başladık. Hem olan biteni gösteriyorduk, hem nerede ne olduğunu kendimiz de iletişim halinde olduğumuzdan durmadan insanlarla paylaşabiliyorduk. Çatışmalar dindikçe insanların sorularını da yanıtlamaya başladık, hatta en sonunda İstanbul yetmedi; Onur Ankara'ya gitti ve yayına bir de Ankara sokaklarını ekledik.
Polislerin olayları görüntülemeye çalışanlara karşı tutumunun pek de 'sevgi dolu' olduğunu söyleyemeyiz. Sizin başınıza bu tür bir sıkıntı geldi mi?
Gelmez mi, tabi ki geldi. Onur Sıraselviler'deki bir canlı yayın esnasında, provokatörlere sakin olun çağrısı yaparken sol bacağına polis tarafından atılan gaz kapsülü yedi ve yürekler ağza geldi. Hatta o anın kaydı hala duruyor kanalda, bir anda yayının sohbet kısmı endişe mesajlarıyla patladı. Ertesi gün de Burak Nişantaşı'nda yayındayken atılan bir taş ayağına geldi canlı yayın esnasında, ama neyse ki iki olayı da ucuz atlattık ciddi bir yaralanma olmadan. Onur'un bacağına kapsül geldiği gece eylemcilerden birisi de omzundan sıkıca tutup "Sivil misin sen, napıyorsun" diyerek üstüne yürüdü; o anlar da canlı yayın esnasında bayağı bir korkuttu insanları.
Şu günlerde bildiğiniz gibi sosyal medyayla alakalı bazı düzenlemeler gündemde. İnternet üzerinden canlı yayınlar yapan bir ekip olarak, Türkiye'deki sosyal medya kullanımı ve söz konusu düzenlemelerle ilgili siz ne düşünüyorsunuz?
Endişe verici ve talihsiz buluyoruz. Bu açıkçası sansürden başka bir şey değil. Sadece canlı yayınlar için değil, insanların özgürce fikirlerini ifade etmesi de kısıtlanacak. Bunlar düzenleme altında sansür çabaları ve insanların doğru bilgiye erişimini kısıtlama denemeleri. Her ne kadar masum bir şekilde "hakaretlerin önüne geçmeye çalışıyoruz" gibi bir kılıfla sunulsa da, bunun böyle olmadığını herkes biliyor. Türkiye'de geleneksel medya bir kaç kanal dışında otosansürün pençesinde savaşıyor ve polis şiddetinden daha acı verici bir durum bu. Medya zaten rolünü doğru düzgün yapamıyorken, bir de sokaktaki insanların bilgi alışverişinin engellenecek olması ancak distopyalarda yaşacağımız bir atmosfer yaratacak Türkiye üzerinde. Elbette yayınlar yine anonim bir şekilde, isim vermeden ve teknik takipten kaçarak yapılabilir şeyler; ama bu işleri sadece zorlaştırmak için yaratılan bir engel olmaktan başka bir çaba değil. Yarın öbür gün bırakın yayın yapmayı, bilgi paylaşmayı; insanlar sosyal medyada bile düşüncelerini ifade edemiyor bir hale gelecek. İnsanlar zaten yurt çapında esas olarak böyle bir baskıya karşı ayaklanmışken, üstüne bunun da geliyor olması insanları daha da kızdırabilir. VPN firmalarını zengin etmekten başka bir sonuca varmaz ama sonuç olarak. Bu daha önce Arap Baharı yaşayan ülkelerde denendi, hatta komple internet bağlantıları baltalandı; ama iletişim yine internet üzerinden başarılı bir şekilde sağlandı. Dileğimiz sağduyunun hakim olması ve böyle bir sansür yasasının TBMM'den geçmemesi.
'Yıllarca haberi TRT ‘de izleyen, CNN Türk sayesinde ilk bilenin kendileri olacağına inanan orta yaş kesimi, artık gündemi internetten takip ediyor.'
Gezi Parkı olayları başladıktan sonra sizi yayın yapmaya iten ne oldu? Ekibiniz nasıl oluştu?
Hareketin başlangıcından beri ana akım medyanın aldığı tavır, hepimize haber alma ve görüş bildirme hakkımızın birileri tarafından engellendiğini hissettirdi. Özellikle NTV, CNN Türk, Habertürk gibi Türkiye’nin haber kanalları misyonunu üstlenmiş yayıncıların sonsuz öz güvenle ülkede hiçbir şey olmuyormuş gibi davranmaları, medyaya olan toplumsal güveni derinden sarstı. Bu bilinmeyen bir şey değildi belki ama ana akım medya bu sefer çok daha somut, çok daha elle tutulur bir tepkiyle karşılaştı. İnsanlar toplanıp haber merkezlerinin binalarına yürüdüler, kapılara dayanıp anayasal hakları olan tarafsız haber alma özgürlüklerini bu kanallardan talep ettiler. Şahsen ben de ilk günkü protestolarda Doğuş Center’daydım. İnanın, kanalın - artık eski - CEO’su Cem Aydın, merdivenlerin başında durmuş, bembeyaz kesilmiş şekilde olayları izliyordu. O gün ufak da olsa bir kazanım elde edildi, öğle bülteninde NTV kapısının önündeki olaylara canlı bağlanmak ve eylemcilere mikrofon uzatmak zorunda kaldı. Bu protestodan sonra düşündüm ki, bu kanallara sesimizi duymaları için yalvarmak yerine, biz kendi sesimiz olabilecek yayın kanalları kurmalıyız. Ben bir sinema öğrencisiyim. Kişisel imkanlarımı kullanarak, yetişemediğim yerde ise arkadaşlarımdan yardım alarak alana bir yayın çadırı kurdum. İlk gün tek başıma idim. Ertesi gün 3 kişilik bir ekip oluşturduk. Ekibin diğer 2 üyesinden biri ev arkadaşım Saliha Kasap, diğeri ise profesyonel bir yayıncı olan çocukluk arkadaşım Cansu İnceay’dı. 3 gün sonra ise bize destek olan ve en ufak ihtiyacımızda tüm imkanlarını seferber eden 15’ den fazla insan vardı. Fakat çekirdek kadromuz hep ilk 3 kişi olarak kaldı. Ve polis müdahalesi ile park boşaltılana kadar beraber 10 günlük müthiş bir yayın macerası yaşadık.
Yayın yaparken dikkat ettiğiniz unsurlar var mıydı? Ne gibi sıkıntılar yaşadınız?
Gezi Parkı TV’nin ana fikri, haber veren bir kanal olmaktan çok, bir serbest kürsü olarak konumlanmasıdır. Baştan beri aklımdaki fikir buydu. Çünkü yıllar sonra ilk kez toplumsal olarak bir enerji boşalması yaşıyorduk ve insanların konuşmaya, fikirlerini söylemeye ve seslerinin duyulduğunu görmeye ihtiyaçları vardı. Kameramız ve mikrofonumuz sürekli açık olmak suretiyle alanda 24 saat durmaktaydı. İsteyen herkes gelip, herhangi bir konu hakkında, hareket üzerine, hükümet politikaları üzerine veya sadece bireysel rahatsızlıkları üzerine konuşuyordu. Hem kendileri rahatlıyor, hem de bir sürü farklı fikir, öneri ve sorun başka insanlara ulaşıyordu. Bu sayede birbirimizin aslında ne düşündüğünü, kendinden farklı olana nasıl baktığını, sevdiğine ya da sevmediğine karşı tepkisini nasıl ortaya koyduğunu öğrendik. Şahsen benim için Türk toplumuna dair en çok şey öğrendiğim dönem bu yayın dönemidir. Editör olarak hiç kimseye sansür uygulamadım ve teknik imkanlar dahilinde konuşan herkese yayında yer vermeye çalıştım. Fakat Gezi Parkı TV’nin de yayın ilkeleri vardı ve bunu kayda girmeden önce konuşan herkese ricaen belirtiyordum; “Gezi Parkı TV ‘de ırkçılığa, nefret söylemine, cinsiyetçi ve homofobik söylemlere yer yoktur. Bunlara dikkat ettiğiniz sürece yayında sigara ve alkol kullanabilirsiniz, sizi rahatlatacaksa küfür de edebilirsiniz, bizim için sorun yok. “ Herkes o kadar saygılı ve duyarlıydı ki, hiç bir sorun yaşamadık.
Klişeleşen tabirle artık 'Herkes kendi başına bir medya haline geldi'. Ana akım medyaya olan güvenin bu kadar sarsılmasının ardından sizce insanlar bundan sonra haberlere ulaşmak için hangi yolları kullanacak?
Konvansiyonel medyanın hantallığını ve manipülasyona ne kadar açık olduğunu bu süreçte hep beraber yeniden gördük. Önemli olan ise bu yankının bizim jenerasyonumuzu geçip anne-babalarımıza, hatta büyük anne - babalarımıza ulaşması oldu. Twitter’da biraz dolaşırsanız bir sürü yeni açılmış, yumurta resimli profil olduğunu görebilirsiniz. Provokasyon amaçlı olan sahte hesapların dışında bunların çoğu, internetle ilk kez tanışan, 50 yaş üstü orta sınıfa mensup ebeveynlere ait. Yıllarca haberi TRT ‘de izleyen, CNN Türk sayesinde ilk bilenin kendileri olacağına inanan orta yaş kesimi, artık gündemi internetten takip ediyor. Daha da önemlisi, haberi bir kaynaktan almanın güvenilir olmayabileceğini, aynı haberin farklı bir çok kaynaktan doğrulanması gerektiğini fark etti bu kesim. Sosyal medyanın getirdiği özgür yayıncılık imkanlarının yanında, haberi alan kişilerin bu medya farkındalığını kazanmasını da çok önemsiyorum. Çünkü hepimiz biliyoruz ki, kendi başına medya haline gelen insanların yarattıkları kaynakların da editoryal süzgeçten geçirilmeye, doğrulanmaya ve değerlendirilmeye ihtiyacı var. Zira, tüm bu süreçte en çok yakındığımız sorunlardan biri de sosyal medyadaki dezenformasyon idi.
Şu günlerde bildiğiniz gibi sosyal medyayla alakalı bazı düzenlemeler gündemde. İnternet üzerinden yayınlar yapan bir ekip olarak, Türkiye'deki sosyal medya kullanımı ve söz konusu düzenlemelerle ilgili siz ne düşünüyorsunuz?
Bilinenin aksine, bu tip düzenlemeler aslında tüm Dünya ülkelerinde mevcut. Fakat daha çok, nefret söylemlerine engel olmak, özel hayatın gizliliğini ve kişisel iletişimin korunmasını güvence altına almak için yapılan yasalar bunlar. Tabii ki şu an hiçbirimiz Twitter’ı baş belası olarak niteleyen bir hükümetin yapacağı düzenlemelerin anayasal haklara saygılı ve kullanıcıları koruyacak şekilde yapılacağına güvenmiyoruz. Daha doğru düzgün bir bilişim suçları yasası bile olmayan bir ülkenin sosyal medya düzenlemesine gitmesinin ancak belli amaçlara hizmet edeceği aşikar. Totaliter yönetimlerin kontrol edemeyecekleri durumlar karşısındaki ilk refleksleri yasal düzenlemelerle toplum üzerinde baskı yaratmak, aba altında sopayı göstermek olacaktır. Fakat insanlar bir kere neler yapabileceklerini gördü, daha da önemlisi hükümet kanadı da sosyal medya kanallarının öneminin farkına vardı, lanetleseler de hepsinin Twitter’ da hesabı var ve bu kanalı resmi açıklamaları için kullanıyorlar. İster istemez bu ne perhiz bu ne lahana turşusu durumu akıllara geliyor. Bu düzenlemeler açıkçası beni kişisel olarak korkutmuyor. Çünkü internet mecrası, teknolojisi gereği hiçbir şekilde engel olamayacağınız bir iletişim kanalı. Yani yapacak adamı hiç bir düzenleme durduramaz. Bunun örneklerini Mısır’da, Tunus’ta gördük. Yaptığınız yayınlar ya da sosyal medyadaki paylaşımlarınız nedeniyle suçlu durumuna düşürülmeniz tehlikesi her zaman vardı, bu düzenlemelerin işlevi bu durumu hukuken meşrulaştırmak olacaktır. Ama düşününce; konuşsanız da, çiçek uzatsanız da, sadece dursanız da gözaltına alınabildiğiniz bir ülkede artık bunu kimsenin iplediğini sanmıyorum. Herkes artık başına gelebilecekleri bilerek ve isteyerek eyleme geçiyor. Türkiye sosyal medya kullanımında dünyada başı çeken ülkelerden biri, bu saatten sonra ne yaparsanız yapın insanları internetten koparamazsınız. Aksine, yasakladıkça ancak ona olan özentiyi artırırsınız. Haklarını yemeyelim, sağ olsunlar sevgili yöneticilerimiz de bunu çok iyi başarıyorlar. Ayrıca şunu da hatırlatmak gerek, teknoloji ile kavgaya girmek, havanda su dövmekten farksız bir harekettir. Bence bırakalım takılsınlar, kendilerini yorsunlar. Kapitalizm ayakta durduğunu sürece para kazanmak isteyen birileri bağlanabileceğimiz bir 3G sağlamaya devam edecektir. Bunu engellemek için sistemi yıkmaları gerek, ki o artık bambaşka bir tartışma konusu.