STADYUMDAKİ İNFAZ, GENELEVDEKİ BANDENEON VE GEZİ PARKI’NDAKİ EYLEMCİ
GEZİ EYLEMLERİNE KATILIYORDU KAÇ GÜNDÜR...
YAZI: EMRE KARACAOĞLU
Kendi ifadesine göre, adrenalinle birlikte tutkuyu iliklerine kadar hissediyordu bu hak arayışında. Eve her döndüğünde, başka türlü müzik dinleyemediğini, sadece “tutkulu devrim şarkıları”na sabrı olduğunu söylüyordu… “Tutku”dan neyi kastettiğini sordum… Çünkü sonuçta, hangi sanatçıya sorsak, eminim, çoğu kendi eserinin “tutku dolu” olduğunu ya da “tutkuyla üretildiğini” iddia edecektir. Sevimli bir mağrurlukla yanıtladı beni: “Fransız sosyolog Jean Duvignaud’nun ‘tutku’ tanımı, benim zihnimdeki anlamı karşılıyor sanırım: ‘Kişisel hayatta olsun, toplumsal hayatta olsun, tutku, bir kopuştur. Kültürel, dinsel, siyasal ve toplumsal kodlara diklenen bir kırılma, genel yapıların uyumunu bozan bir korku kaynağıdır tutku – sistemler için.’”
“Ama bu tanımda ayrıştırıcı bir ifade yok ki? En klişesinden tut, bütün aşk şarkıları toplumsal kodlara bir karşı duruş mudur yani?” diye sordum.
“Aslında Duvignaud’nun bu tanımıyla evet… Genel olarak aşk ve tutku, iktidarlara ve onlara bağlı kodlara tehlike teşkil edecek kavramlar. Ama tabii ki benim kastım biraz başka. Benim ‘tutku’ sözcüğümün hamurunda kan, gözyaşı ve başkaldırı doğrudan var.”
“Kimleri kastediyorsun o zaman? Kimleri dinliyorsun bu aralar?”
“Aralarında enstrümantel de, sözlü müzik yapanlar da var. 1960’lardan Víctor Jara’yı düşün örneğin. Başka Şili’li aktivist/müzisyenlerlerle birlikte yarattığı ‘Nueva Canción’, yani ‘Yeni Şili’li Şarkı’ hareketi Latin Amerika’dan Franco’nun İspanya’sına kadar birçok ülkeyi ateşledi. ’73’te Amerika’nın oyunuyla yapılan darbede Jara’yla birlikte binler Şili Stadyumu’nda işkenceyle öldürülmüştü. Kurtulanların ifadelerine göre askerler Jara’yı dövdükten sonra gitarını kırmışlar ve ‘Hadi, şimdi de söylesene,’ diye dalga geçmişlerdi. Jara da ellerini çırparak şarkı söylemeye başlayınca iyice kendilerinden geçip ellerini kesmişler, sonra da 44 kurşunla onu infaz etmişlerdi. İnsan bu hikâyeyi de bildiğinde Jara’nın aşk ve özgürlük parçalarını bambaşka bir ışık altında görüyor, değil mi? Enstrümantel dediğimde de Arjantinli tangocu Ástor Piazzolla’yı düşünüyorum ilk. Onun, Jara’nınki gibi bir hikâyesi yok ama onun da çaldığı bandeneonun çarpıcı bir öyküsü var... Ki ’87’deki Manhattan – Central Park konserinde bu öyküyü bizzat kendisi anlatmıştı seyircisine: ‘Birçok kişi bu alete akordeon diyor. Bu bir akordeon değil; bu bir bandeneon. 1854’te yılında Almanya’da kiliselerde çalınmak üzere icat edildi. Birkaç yıl sonra ise kendini Buenos Aires’teki genelevlerde buldu. Ben de onu şimdi Central Park’a getirdim. Bir çalgı aleti için çok güzel bir seyahat… Tango, caz ve kabare gibi sokaklarda ve gece kulüplerinde doğmuştur.’”
Araya girdim: “Yani, anladığım kadarıyla, senin için bir müziğin ‘tutkulu’ sayılabilmesi için tarihsel bir duruşunun da olması gerekiyor, öyle mi?”
“Evet. Bak, söylediğine istinaden şunu hatırlatacağım. Bu aralar herkesten duyuyorsundur: Gezi Parkı eylemcilerinin aslında apolitik olduğunu, herhangi bir duruşu falan olmadığını dile getiriyorlar. Ve belki de haklılar… Ama kısmen. Çünkü oradakilerin bir ideolojisi olmasa da hepsinde bu bahsettiğim ‘tutku’dan var. Jara’nın ve bandeneoun yaptığı gibi, oradakilerin asıl ortak duygusu, ‘tarih yazma, tarihe ortak olma isteği.’”