ESKİŞEHİR NOTLARI -2
YAZI: TUĞRUL GÜLTEPE
Bilen bilir... Eskişehir öğrenci kenti kimliğiyle genç nüfustan beslenen ve gün geçtikçe güzelleşen bir şehir...
Gezi Parkı bu genç kesimin dikkatini benim de ilk günden beri dikkatle izlediğim bir birlikteliğe çekti. Bir sivil direnişe!
31 Mayıs günü şehrin içinden geçen Porsuk Çayı kenarındaki ETİ PARK’tı toplantı noktası. Bir şeylere inanan ve bir gece önce insanların bir parkta çadırlarda sabahlamasının bile tehdit sayılıp o güzel insanlara zarar verilmesine kızgın ve üzgün bir sürü insan... Sivil toplum örgütlerinin yanında siyasî parti bayraklarını da görmek tabiî ki mümkündü... Ama bu bir sivil direnişti ve insanların zihninde yaratılmaya çalışılan “3-5 ağaç”tan ziyade, baskıcı ve zorba bir hükümete karşı yapılan protesto mevzuu olduğunu düşünen genci yaşlısı, sağcısı solcusu, Kürt’ü Laz’ı oradaydı. Çünkü yapılan şey ne yaşla, ne siyasî görüşle ne de etnik bir kökenle ilgiliydi. Bu sadece İNSAN OLMAK’tı.. Sloganlar atılıp şarkılar söylendi. Parka bakan balkonlarından aşağıya bayrak sallayıp bu güzel ve haklı protestoya katılanlar vardı.
Daha sonra şehir için önemli bir meydan diyebileceğimiz ki Üniversite Caddesi (Üniversitenin Yunus Emre Kapısı’nın olduğu) cadde üzerinde toplanıldı. Amaç gene aynıydı... Yapılan yanlışlara karşı ses çıkarmak. Bu kadar basit.!
Genellikle apolitik kimlikle yetişmiş ve neredeyse başka bir başbakan hatırlamayan bir kuşak sokağa çıkmış ve profesyonel eylemcilerle (önemi çok büyük) birlikte DİREN meye başladılar. Hayatında biber gazıyla ilişkisi olmamış insanlar neye uğradığını şaşırdılar. (Ben de dâhilim buna) Kaçıldı, kovalanıldı. Gözaltına alınan arkadaşlarımız oldu..
2. gün tarihinde ilk kez bir olmayı becerebilmiş bir kalabalık vardı... Siyasî parti bayrakları, sivil toplum örgüt ve sendika bayrakları gene vardı. Ve o meşhur fotoğrafın çekildiği yere Yunus Emre Caddesi’ne yüründü. Amaç iktidar partisinin binasının önüne gidip eylemi orda devam ettirip kulağına laf gitmeyen devlet adamlarına ses duyurabilmekti. Bu sıralarda tabiî ki orantısız güç kullanımı devam ediyordu Taksim’de... Gündüz 20 bin insan yüründü ve polis yaptığı uyarıyla burada kalınırsa müdahale edileceğini ama Espark önüne dönülürse müdahale edilmeyeceğini belirtti... Dönüldü...
Ama sonradan öğrendiğimizde orda kalıp bu güzel hareketi provoke etmek (ne kadar çok kullanmaya başladık şu kelimeyi) amacıyla orada olan bazı partizanlar gözaltına alınmış.
Espark’a dönüldükten sonra tekrar Yunus Emre Caddesi’ne yürüyüşe geçilmesi üzerine Yunus Emre Caddesi’nde polis müdahalesiyle karşı karşıya kalındı ve insanlar bir gece öncesinden tedarikli olan topluluk hazırdı. Oradaki faşizan müdahale ve mahalle esnafının (!) da işin içine girmesiyle herkes Espark önüne dönmek durumunda kaldı. Çünkü Yunus Emre Caddesi çoğu genç ve Eskişehirli olmayan insanlar için konumu ve yerleşimi itibariyle bir labirentten farksızdı.
Gündüz yapılan yürüyüşler devam ederken gece Espark önünde toplanılıp oturulmasını, kitap okunmasını ve ses çıkarılmasına tepki gösteren bir ekip! İnsanların arasına araçla girmeye çalıştığında alanın trafiğe kapatılması gerektiği anlaşıldı ve hemen uygulandı. Artık çadırlarıyla kütüphanesiyle, ilk yardım çadırıyla, çay ocağıyla, kürsüsüyle bir direniş kentine dönmüştü Espark önü!
Öğrenci kenti olmasıyla ün kazanmış bir şehrin çocukları artık çadırlarda ders çalışıyor, müzik yapıyor, kitap okuyor ama daha da önemlisi konuşup birbirlerini tanıyordu. Asosyal olarak yetişip bilgisayar çağının da getirisiyle deyim yerindeyse “Sanal Hayat “yaşadığı sanılan bu nesil konuşmaya başlamış, doğuştan olduğuna inandığım mizah yeteneğini de kullanarak denildiği gibi ORANTISIZ ZEKÂ kullanıyordu.
Bu adamlar ya da kadınlar en iyisi insanlar! Birbirleri ile barışırken başbakan hâlen “siz-biz-çapulcular-yüzde50” diye herkese bir etiket takıp Ankara - İstanbul - Antakya - Adana ve bir sürü ilde polis şiddetinin dozunu arttırırken sadece korkunun getirdiği hataya bağlanıyordu bunlar.
Yılmaz Büyükerşen’i araştırıp bakarsanız Eskişehir’in çehresini değiştiren bir hoca, bir belediye başkanı ve bir sanatçı olduğunu görürsünüz. Onun alana gelip serbest kürsüde insanlardan kamu malına zarar verilmemesi gerektiğine dair söz istemesi... Sözünü aldı ve gitti... Keşke tüm şehirlerde olsaydı diyebileceğimiz özgür demokrasilerde yer alması beklenen protesto hakkını koruyan bir belediye başkanına yakışan bir hareketti bu.
Daha sonra günlerce gündüz süren yürüyüşler geceleri çadırlarda geçirilen zamanlar ve en önemlisi tanışılan konuşulan az uyunan ama çok öğrenilen geceler… Finaline giden gidemeyenler için ise onlara sınav hakkı veren üniversite... Her şey olması gerektiği gibi devam ederken İstanbul ve diğer şehirlerimizden kötü haberler alıp bunlara bozulan moraller, polisin sert tavrına verilen protesto cevaplarıyla düzeltilmeye çalışılıyordu.
Müdahale bekleniyor ve bu beklenti bazen insanları gerginliğe sürüklüyordu. Olası bir müdahale hâlinde yapılacaklar konuşuluyor oluşturulan komisyonlar nasıl hareket edilmesi gerektiği konusunda toplantılar yapıyor direnişçileri açık kürsüden bilgilendiriyor, bu sırada çadır sayısı her geçen gün artıyordu.
Açık kürsü demişken orada konuşan direnişçilerin yanısıra ilgi çeken bir isim daha vardı ki o da Barlar Sokağı’nda sarhoş olup “Seviyorum” mottosuyla takılan Recep Abi’miz. O da orada içki içmediğini ve direniş koşulları sebebiyle içki içilmemesi gerektiğini anlatan bir konuşma yapıyor ve kocaman bir “Seviyorum” ile bitiriyordu konuşmasını. Bu muydu acaba hükümeti korkutan ve böyle saldırganlaştıran? Sevgi?
Günler ilerledi ve bir yerden sonra festival havasına dönmeye başlayan meydan fikir ayrılıklarıyla bölünmeye başladı. Çadırlar azalıyor insanlar evlerine çekilmeye başlıyordu.
İşte bu azalma zamanını fırsat bulan polis 17 Haziran Pazartesi sabahı bir müdahale yapıyordu. Sert bir müdahale... Sayıca üstün olan bu sefer çevik kuvvetler oluyor... Direniş çadırları kepçelerle kamyonlara yükleniyordu... Yaklaşık 20 günlük anılar, kitaplar, uyku tulumları vs, hepsi belediye kepçelerinden kamyonlara dökülürken geceler boyunca insanlardan büyük fayda sağlayıp ceplerini dolduran esnaf(!) –ki bahsettiğim esnaf öğrenciden para kazanan kesimdir– direniş çadırlarından çıkan yiyecek içeceği yağmalıyor, polis şiddetinden kaçanlara kapılarını kapatıyor ve görmezden geliyordu...
Gözaltılar devam ediyor, sabaha karşı alınanlar avukatların da yardımıyla ifadeleri alınıp öğleden sonra serbest bırakılıyordu..
Yunus Emre Caddesi’nde 1 Haziran günü yürüyen halk bu sefer yine sokaklara dökülüyor ve polis şiddetine son vermek adına sloganlar eşliğinde şehri turluyordu.
Sabaha karşı yapılan müdahaleden sonra çadırlar temizlenip yol trafiğe açılmıştı. Bu biraz umut kırıcı olsa da şehir akşamına tekrar toparlanmış olduğunu gösterdi. Gün boyu Espark’ın önünde bekleyen TOMA’lar hava karardığında tekrar binlerce insanlarla karşı karşıyaydı. Bu hâlâ sivil bir direnişti... Ve öyle kalmalıydı. Saatlerin ilerlemesiyle azalan kalabalığa bir kez daha polis müdahale etti. Hızla Aytaç Caddesi üzerine çekilirken, her ara sokakta sivil polisler gayri resmî şekilde gözaltılar yapıyor, bu arada TOMA’lar evlerinden tepki gösteren HALK’a su sıkıyordu. Evet apartmanlarına! Bu neyin hırsıydı? Bu ne şekildeki bir alacak verecek kavgasıydı?
Kalabalık sabah 5’e doğru dağılırken bu sivil direnişin rengi değişmesi gerektiğinde herkes hemfikirdi sanırım... Çünkü çok sertleşmişti polis halka karşı…
Bundan sonra benim hayran olduğum pasif direniş eylemi “DURAN ADAM”lar ve “KADIN”lar şehrin her yerinde eylemlerini gerçekleştirdiler.
Son müdahalelerden bugüne Eskişehir’de her gün forumlarda bundan sonra nasıl bir yol izleneceğine dair sohbetler yapılmakta. Eskişehir bu güzel ve haklı direnişi böyle yaşadı diyebilirim benim gözümden.