Bantmag

HALUK ÇOBANOĞLU'NA (FOTOĞRAFÇI) sorduk
GÖZLERİNİZİ KAPATIP GEZİ PARKI DİRENİŞİNİ HAYAL ETTİĞİNİZDE AKLINIZDA NASIL BİR KARE CANLANIYOR?

Gezi Direnişi muhtemelen yaşamım boyunca rast geldiğim en müthiş iki şeyden biriydi. Diğeri ise şimdilerde sekiz yaşını süren oğlumun doğumuydu. Çok önceden planlanmış ve neredeyse geri çevrilmesi mümkün olmayan bir seyahat nedeniyle ilk ve "top" on beş gününe şahit olabildim, bu muhteşem direnişin.

 

Ayaklarımızı sürüye sürüye gittiğimiz yaban ellerinde, haber akışını sağlayıp olan bitene vakıf olabilmek için âdeta göbeğimiz çatladı desem yeridir. Avrupa'nın orta bir yerinde, her şeyden uzak ve bir kahvede pineklerken son iki haftada memlekette yaşananlar bir film şeridi gibi zihnimde akmaya devam ediyordu. Bu minvalde söz konusu süreçte milyonlarca görüntüyle bombalanmama rağmen aklımda kalan kaç net görüntü vardı acaba?

 

Ben bir fotografçıyım; zaman zaman işin tekniği konuşulduğunda taraf olduğum nadir şeyler vardır. Bunlardan birisi de, sabit görüntüler hareketi görüntülerle karşılaştırıldığında, sabit görüntülerin, yani tek bir fotoğrafın, kişinin belleğinde daha kalıcı bir yer edindiğine dair inancımdır. Kafamda tüm bunları harmanlamamışım gibi, memlekete dönüp, eve ayak basar basmaz, Bant Mag.’da benim bu süreçte hangi görüntüye takıldığımı sorunca bir kez daha karıştığımı söylemeliyim.

 

Her nedense memleket semalarına girince zihnim biraz daha berraklaştı. Ve bir görüntü vardı ki, diğerlerinin hepsinden önce hızlı bir şekilde zihnimde yer almaya başlamıştı.

 

Şimdi zor olan bir şeyi yapmaya girişeyim; o da yaşanmış bir görüntünün sözel aktarımıdır. Direnişin ilk haftasıydı, taraftarların gecesi olarak anılacak bir gece yaşanıyordu. Başta taraftar grupları olmak üzere direnmeye gelenler, tüm Taksim Meydanı'nı tıka basa doldurmuştu. Özellikle Çarşı grubunun tüm haşmetiyle meydana mütevazı bir giriş yapmasıyla yer yerinden oynayıverdi. Bir peri masalı gibiydi yaşananlar: bitmek bilmeyen tezahüratlar, kırmızının tüm tonları ile alev alev meşaleler, kol kola yürüyen bir hafta öncesinin düşman kardeşleri, taraftar gruplarının yarattığı gökkuşağı. İstifa sloganları arasında meydanı bir öpüşme maratonuna çeviren çiftler, cinsiyetin ve tacizin ortadan yok olduğu bu yeryüzü cennetinde özgürleşenler. Devletin takım ve taklavatı ile meydandan çekilmesiyle oluşan bu huzur denizinde oradan oraya koşturan biz faniler diğer yanda. Birden Atatürk Kültür Merkezi (AKM)'nin önünde, sırtlarında birer çuval ile beliriveren üç gencin  "Yolu açın" nidaları ile kalabalığı yarmaya çalıştıklarını fark ettim. Ve açtıkları yoldan AKM'ye doğru ilerleyen gençler, binanın metruk siluetinde kaybolup gittiler. Onların gözden kayboluşunun üzerinden beş dakika geçmemişti ki, AKM'nin çatısında -aynı anda- yanmaya başlayan onlarca meşalenin yarattığı ışık seli âdeta bir şelale olup dökülmeye başladı. Hemen ardından, Çarşı grubunun kurucusu olan "Optik Başkan"ı selamlayan büyük bir pankart aşağıya salındı. İşte bu yazının esas konusu olan; o an, işte o andı...  Gözyaşlarım sel olup akmaya başlamıştı, kendimi tutamıyordum. Şimdi bile hâlâ kendime sormaya devam ediyorum. Bu ânı, en az onun kadar değerli diğerlerinden ayıran neydi? Yirmi yaşında, başka bir kentten gelip, büyük bir heyecanla katıldığım 77 yılı, 1 Mayıs’ındaki meydanın, şimdi bambaşka bir hâline tanıklık etmem mi? Hiç yaşlanmamışçasına, anılarımızda yaşamaya devam eden o dönemin kayıpları mı? Yoksa Gezi direnişinde kırılan genç fidanlar mıydı beni bu kadar sarsan? Belki de tüm seyircilerin vargüçleri ile katıldığı koroya eşlik eden ve tüm çalgıların yarattığı bir kreşendo, yaratılan büyük kaosta, tıkır tıkır işleyen bir düzeni gösteren muhteşem bir andı bu.