






BEFORE MIDNIGHT
Richard Linklater’ın pek sevilen tek günde geçen romantik macerası, 9 yıl sonre çekilen bir devam filmiyle kaldığı yerden sürdürülmüştü. Before Sunset’te, Before Sunrise’a göre hepten büyüyüp olgunlaşan çiftimiz, üçlemenin son filmi Before Midnight’ta ilişkilerinin açmazları etrafında gezinmeye başlamış durumda. Ilk filmde tek günlük bir gönül ilişkisi yaşayan Jesse ve Celine, ikinci filmde seneler sonra yeniden karşılaşıyor ve geçirdikleri birkaç saatin sonunda yeniden ayrılıyorlardı. Aradan geçen zamanda evlenip ikiz çocuk sahibi olduklarını öğrendiğimiz çiftimiz, Before Midnight’ta bu kez 40 yaş sendromlarını atlatmak ve kadın erkek ilişkisinin açmazlarını kendilerince onarmak ya da eşelemeye devam etmekle meşguller. Üçlemenin, bu kez Yunanistan’ı kendine mesken tutan bu son filmi, uzun plan sekansları ve neredeyse tamamı diyalogdan oluşmasına rağmen bir an bile seyircisini sıkmadan, yormadan, aksine zamanın nasıl geçtiğini hissettirmeden akıp geçiyor perdeden. Linklater’ın Ethan Hawke ve Julie Delpy ile birlikte kaleme aldığı senaryo, o kadar organik ve hayat kadar gerçek diyaloglarla güçlendirilmiş ki, film için seyircinin kendini gördüğü ya da kendinden bir şeyler bulduğu anlar bütünü olduğunu söylemek yanlış olmaz. Filmi izlediğim salondaki, istisnasız herkese en az bir kocaman kahkaha attıran ve en az bir yerde kalbini burkan bu eşsiz romantik komedi, Linklater’ın şimdiye dek çıkarmış olduğu en incelikli ve en olgun film olması bir yana, belki de senenin en iyi filmi. Önceki filmleri izlemediyseniz ya da izleyip sevmediyseniz bile Before Midnight’ın cazibesine kapılmak için bir an bile düşünmeyin. Z.Ö.
DANS LA MAISON (IN THE HOUSE)
Normalliğe özenen ve normal olana övgüyle beslenen, eli de kalem tutan, ailesinden uzakta bir çocuk için bulunmaz nimet, normal bir aile ve boş bir defterdir. Literatür oyunlarıyla var olan, Kafka, Flaubert, Dickens göndermeleriyle büyüyen film, Funny Games’vari gerginliği ve sahip olunamayana hayranlığı ile düz, hareketsiz bir çizgi üzerine kuruluyor ve bir noktada da Ruby Sparks’a dönüşmüyor desek hem Ruby’e hem de Zoe’ye haksızlık etmiş oluruz. Kompozisyonlarıyla edebiyat öğretmeninin kısa sürede dikkatini çeken Claude, bir şeyler karalamaktadır ve bu karaladıkları bir süre sonra öğretmeniyle aralarında paylaştıkları bir 3. hayata dönüşür ve bir noktada kontrolden çıkması kaçınılmaz olacaktır. Edebiyat özelinde, sanatta ‘tease’i en üst seviyede tutan tek soru, filmde nedense aklımıza hiç gelmeyen “Ne olacak?” sorusudur. Akıl hocası ve yetenekli olduğu kadar tekinsiz Claude arasında bu soru temelinde geçen konfliktler, kurgusal karakter ya da kahramanların değil, gerçek insanların hayatlarını etkileyip yönlendiren daktilo darbelerine dönüşmektedir. Çatışma büyüdüğünde, edilecek tehditler yazmayı ya da okumayı bırakmak olduğunda, filmin sonu başından bellidir nasıl olsa da, artık hikayenin sonu bulunmak zorundadır. Klostorofobik bir yapıda, adıyla paralel, bir evde ve bir de mavi duvarları üzerinize üzerinize gelen bir okul dersliğinde geçen filmde Ozon, filmografisindeki kadın hikâyeciklerini devam ettirerek, Emmanuelle Segnier’den yeni nesil bir Catherine Deneuve yaratmaya çalışmış, emeği takdire şayan, sonucu ise olsa olsa kuru bir teşekkür alır bizden. Filmin tüm yazılı edebiyat seviyesini tek bir repliğe indirgemeye çalışan bu yazma sürecindeki döngü, “Yalın ayak olsa bile yağmur dans etmeyecekti” cümlesini tekrarlarken, bizim de film akarken aklımızda şöyle bir şeyler vardı “Ozon çekmiş olsa bile bu film bitmeyecekti.” H.Ö.
I’M SO EXCITED
Büyüklerin hafızalarından küçüklerin hayallerinden öpen bir sitcom’la karşı karşıyasınız desek? Yönetmen koltuğunda Almodovar otursa da, kolunda da Dolan’ın olduğu bu koltuk iki büyük egoyu taşımıyor. Ardında ya bir sır, ya karanlık bir geçmiş, ya da fazla aydınlık bir gelecek taşıyanların doldurduğu bir business kabini ve afyonla uyutulmuş ekonomi sınıfı yolcuları arasında gezinen birkaç eşcinsel erkek hostesin ve biseksüel pilotun içki kadehlerini dolduruyoruz birer birer. Heyecanlanıyoruz ve saklayamıyoruz, evet ve uçak egzotik diyarlara doğru yol aldıkça o heyecanımız azalıyor, koyduğumuz kadehlerden biz de birer tane yuvarlayıp uyumak istiyoruz. Nitekim uçak dışına taşan hayatlar ilgi çekmiyor, birleşmiyor, ya da ayrılmıyor. Uçak içindekiler ya hep uyuyor ya hep dans ediyor. Almodovar filmlerinin aksine, kadın egemen bir tutku dalgası yayılmıyor, yayılması da gerekmiyor ama bunca freak show karakterini dünyanın en çaresiz lokasyonunda bir arada bırakıp cinsellik konuşmaları için kafalarına birer silah dayayan senaryo, kendisine bir gömlek büyük değil, aslında dar geliyor. Bu grotesk ve absürd uçuş hikâyesi, sadece A noktasından B noktasına yapılan bir balayı, kaçamak veya görev yolculuğunun yanında, aslında herkesin kendi tercih, yönelim ve kaderine yolculuğuna dönüşüyor. Yolculuk bitiyor mu bitmiyor mu, derdini bunun üzerine kurmaktan öte, yolculuğun hayatınızda bıraktığı etki üzerine bir şeyler kayda alıyor Almodovar. Üstüne üstük, hayır bu bir yol filmi değil, eşcinsel filmi hiç değil, komedi filmi yaptım, gülerseniz ne ala diyor. H.Ö.
STOKER
Annesinden ödünç aldığı bluzu, babasından yadigâr kemeri ve amcasının tavşankanıyla bir ahu, katledecek koskoca bir güruhu. Aslında katletmeyecek, bilhassa katledilecek sahip olduğu her şey. Çiniler, gravürler, kilim desenleri ve piksel artların arasında salınan yeni nesil bir Adams ailesi, Stoker’lar, Cenazeler ve Yas Tutma Ansiklopedisi’nin ana kahramanları. Gizemli bir şekilde kocasını bir trafik kazasında kaybetmiş oynak dul Nicole Kidman, daha da gizemli olduğuna inandığı bir şekilde babasını kaybetmiş Mia Wasikowska ve bir de Anthony Perkins’in mirasından nemalanmış, temiz yüzlü bir S.A.P.I.K., 18 yıldır ortalarda görünmeyen gizemli amca rolünde Matthew Goode,. Gergin bir olay örgüsünün sonuyla başlıyor hikâyeyi anlatmaya ve bizi her şeyin ta en başına götürüyor. Chan Wook Park, amca Charlie’yi evin hep her yerinde, hem anne Evelyn’ı hem de genç India’yı en iyi görebileceği açılarda tutuyor. Aynalar, köşeler ve merdivenler, bir Shakespeare oyunundaymışızcasına, en sevdiğimiz yerler film boyunca. “Bazen daha kötü bir şey yapmamak için, kötü bir şey yapmamız gerekebilir”miş, bunu öğreniyoruz. Ve en kötüyü kim yapmış acaba bu üçlü arasında diye araştırmaya başlıyoruz. Kafayı Charlie’yle bozmuş Evelyn, yaz şarabının etkisiyle oyun dışı kalırken, kafayı India’yla bozmuş Charlie, piyanonun tuşlarına vurdukça, bir adım daha yaklaşıyor India’ya. Amerikalı yapımcılar, hali hazırda çekildikten sonra peşlerine düşmek zorunda kaldıkları Kore gerilim filmlerinden bıkmış olacak, bastırmışlar parayı ve bu sefer ilk biz çekeceğiz demişler, iyi de yapmışlar. Stoker, bir süre sonra unutacağımız, ama bitene kadar bizi ayakta tutan bir film olmuş. Kucak açmış, iyinin ya da kötünün kazanmadığı sonları severleri bekliyor. H.Ö.
WHAT MAISIE KNEW
90’lı yılların başlarından beri birlikte film üreten yönetmen ikilisi Scott McGehee ve David Siegel, ilk filmleri Suture’ın ardından çektikleri Tilda Swinton’lı The Deep End, Richard Gere’li Bee Season, Joseph Gordon-Levitt’li Uncertainty gibi kendine özgü, ufak bağımsızlarla karşımıza çıkmıştı. Her daim hikayeyi merkeze alan, oyuncaksız ve gösterişten arındırılmış bir rejiyle karşımıza çıkan ikili, What Maisie Knew’de de bu kuralı bozmayıp, bu kez tüm hikayeyi, 5,5 yaşındaki kahramanımız Maisie’nin gözünden, yalnızca onun şahit oldukları üzerinden anlatmayı tercih etmiş. Ortada, yetişkinlerin dünyasını bir çocuğun gözünden resmeden filmlere aşina seyirci için fazla sıradışı bir malzeme bulunmasa da, yetenekli oyuncu kadrosunun gücünden beslenen filmin, “yetişkinlerin küçücük çocuğa yaşattıkları” gibi didaktik bir kanaldan gittiğini de söylemek zor. What Maisie Knew’ün belki de en ilginç tarafı ne çocuk dünyasını yüceltmek, ne de yetişkinlerin dünyasını yermek gibi bir derdi var. Aksine hikaye ortada böyle bir ayrımın olmadığına, yetişkinlerle çocukların benzerliklerine, ikisinin de aradığı ve istediği şeylerin hemen hemen aynı olduğuna vurgu yapıyor gibi. Julianne Moore, Steve Coogan gibi usta oyuncuların yanına, yeni neslin aklını başından alan Alexander Skarsgard ve güzel oyuncu Joanna Vanderham’i ekleyen filmde en akılda kalıcı performans ise kuşkusuz çocuk oyuncu Onata Aprile’nin nüanslı ve her şeyin farkında oyununa ait. Z.Ö.