












BU YAZIYI ALT BAŞLIKLARI GÖRMEDEN OKUMAYA BAŞLAYANLARIN, YAZAR HAKKINDA SAHİP OLACAĞI ÖNYARGILARI YOK ETMEK ADINA ÖNSÖZ:
*Terimsel anlamda ‘ucube’, normal nitelendirilen insan normlarının dışında özelliklerle dünyaya gelmiş, fiziksel anlamda farklı, kalıp dışı, şekilsel olarak da ürkünç ve tanımsız insan örnekleri için kullanılan tıbbi bir terimdir. Ahlaki veya öznel bir yargı içermez.
*Zira yazarın, ucubelere karşı ilgisi yadsınamaz derecede yüksek boyuttadır ki oturup bu yazıyı yazmıştır.
*Farklılık ise, yine, alışılagelmişin dışında durumların betimlenmesi için kullanılabilecek en yerinde kelime olup, genel geçer algı baz alınarak kendine yer bulmuştur.
*Zira yazar, son 11 yılını nedeni belirsiz bir şekilde hızla beyazlayan saçlarıyla geçirmekte, dolayısıyla neredeyse her durumda, bu sebeple fark edilmekte ve farklı olmakla nitelendirilmektedir.
Round 1: Bahşedilmiş Ucubelik
İnsan doğası gereği, benmerkezci bir canlıdır ve her değerlendirmesini kıyaslama yoluyla yapar. Kendini rahat hissetme, bilme, hâkim olma arzusuyla yanıp tutuşur ve fiziksel anlamda bu üç duyguyla tatmin olmadığı noktada, kaygılanmaya, korkmaya ve saldırganlaşmaya başlar. Örneğin, üç bacaklı biriyle tanıştığında, sekiz parmaklı birisi ona merhaba diyerek elini uzattığında ya da dokuz aydır heyecanla beklediği bebeği iki kafalı doğduğunda. Hayatı boyunca toplum tarafından ötekileştirilip dışarıya itilecek bu canlılara, neden o kucak açmalı ki? Yüzyıllardır süregeleni yapıp, başını diğer yana çevirip, yüzünü buruşturup, karşılaştığı vizyonu kâbuslarından kovarak, yoluna devam etmesi daha tercih edilebilirken.
Güney Kore altın rezervlerinden bulduğumuz The Weight, işte bu noktada, “ucube olmak nasıl bir şeydir”i, en yürek paralayan sembollerle bir araya getiriyor ve yapbozun son parçasını yerleştirmiş yarışmacı edasıyla, biz yaptık mı böyle yaparız diyor.
Yaktığı her sinyalde çok basit anlamlar taşıyor aslında, bu açıdan çok sembolik. Söze dökmediği her duygu ise konuşulandan daha derin ve sarsıcı. Bu açıdan da çok dramatik.
The Weight’da durum, bir bedensel kusurlunun etrafında değil, iki bedensel kusurlu, bir de, bedeninin içindeki ruha kıyasla, kusurlu yaratıldığını düşünenle çevreleniyor.
Devasa bir kamburla doğan cenaze levazımatçısı Jung, erkek bedeninde kadın olarak yaşamaya çalışan terzi kardeşi ve yüzünün hiçbir kısmı yerinde olmayan, hayatını kafasına geçirdiği motor kaskıyla sürdüren diğerleri. İnsanların her türlü fiziksel ve ruhsal iletişimden kaçındığı bu “anormal” insanlar, filmde hayatlarına olabilecek en “normal” şekilde devam etmeye çalışırken görülüyorlar. Ölüleri yıkarken, bildiğimiz temizlik rutinlerinden sapmayan Jung, terziliği sırasında, kadın kıyafetlerinde kendini de model olarak kullanabilen kardeşi ve cinsel ihtiyaçlarını genelevlerde gidermeye çalışan ve fakat sistemin bir yerlerindeki dengeyi, kendisine doğuştan verilmiş bir uzuvla bozanlar, dolayısıyla ucubeleştirilenler.
The Weight’ın dramatik durumlarda verdiği tepkiler, tıpkı bizim gerçek hayatta baş başa kalacağımız reflekslere benziyor. Yönetmen Kyu-Hwan Jeon, olasılık dışı, şok edici, beklenmeyen bir durumla karşılaştığında donmayı tercih ediyor, tıpkı sekiz parmaklı ucubeyi görünce donakalan insanoğlu gibi. Kareleri aklımıza kazıyor böylelikle, tıpkı tutamadığımız o eli günlerce hayal edeceğimiz gibi. Çıplak gözle bakıldığında tanımlanabilecek durumları, hayal gücümüze bıraktığımızda, o durumlar bizi lanetleyecek bir hâl alırlar gerçek hayatta ve filmde gördüğümüz pek çok kareyi bir süre unutamayacak olmamız da açıktır ki, aynı sebepten.
Filmde ana mekân tercihi, kuşkusuz, bir morg. Lâkin ürpertici olan, ölülerin yanında sürdürülen capcanlı bir hayatın daha olması. Ölüm, hayatın zıttı değil, sanılanın aksine. Çünkü ölünce herhangi bir karşı durum kalmıyor, ölünce bitiyor öznenin kendisi. Ucubelik hayatın zıttı aslında, çünkü ucubelik hayatın tam da içinde. Normal koşullarda sürdürülen hayatın, tam zıt hâli sürüveriyor ucube bedenlerde. Bu cümlelerle yaşıyor mekân ve mekânın içinde ölülerle beraber bir ucube. Yaşadığı alan içerisinde değerlendirilse Jung, sorun olmayacak, belki bu yüzden ölülerle burun buruna. Nitekim bizimle kıyaslandığında bu unvanı alıyor, ama âdil yargılanmıyor çoğunlukla. Teatral bir sahne gibi o morg ve hayatlar burada başlayıp burada bitiyor.
Hayata gözlerini açtıkları anda hor görülmeye başlayan insanların hayatlarında, en derin kederler hep en yakınlarından geliyor aslında. Jung’un annesi hayat boyu itiyor, onu da, kız olmaya çalışan erkek kardeşini de. Diğer yanda ise annesinin sakladığı keder ve sunduğu sonsuz toleransla büyümüş ama motor kaskını kafasından çıkarmaya asla hazır olmamış biri duruyor. Bu açıdan zıtlıkları gösteriyor bize biraz The Weight, çıkışın her ikisinde de olmadığını fark ediyoruz yine de. Kederden kurtulamıyoruz.
Nihayetinde, seyirci hep arar ya izlediği her hareketli görüntüde, kendinden birini, The Weight, kendimizle özdeşleştireceğimiz tek bir karakter bile bulmamızı zorlaştırıyor film boyunca. Belki doğamız gereği, belki insanüstü kaygımızdan sebep, kişisel anlamda hiçbir şey hissedemeden izliyoruz filmi ama bittiğinde tüm kaslarımız sıkışıyor, tanımsız hislerle.
Keşke tanımlayamadıklarımıza dediğimiz gibi, “ucube” diyebilseydik kendi hislerimize de, ama “tanımsız”da karar kılıyoruz.
Round 2: Seçilmiş Farklılık
Tercihlerimiz bizi biz yapan şeylerin başında gelir, ardında pişmanlıklar doğurur ya da gururlar. Bizi tercih etmeye yönelten şey ise tutkularımızdır. Sonuçlar çok sonra fark edilir, tutku söz konusuysa.
“Kendi ortamında değerlendirme”den bahsetmişken, Teddy Bear söz konusuysa, cuk oturan bir değerlendirme kıstası olacaktır sözünü ettiğimiz. Nitekim Teddy Bear, steroid destekli hayatlarında, kaslarını şişirebildikleri sürece var olan, profesyonel vücut geliştirmecilerden birine odaklanıyor, Dennis’e. Dennis, etrafındaki tüm “normal” görünümlü insanlardan farklıdır, son derece iri, kocaman ve pek çoklarının yüreğine korku salan bir adamdır. Tutkusu onu, büyümeye, daha da çok büyüyüp şekillenmeye itmektedir. O büyüdükçe içindeki çocuk ise küçülmektedir. İlk yargıların hep fiziksel görünüme dayanarak oluşturulmasından mütevellit, Dennis’in içindeki karakteri sergilemesi çoğu zaman mümkün olmaz. Onu tanıyan annesi, kuzenleri ve işyerindeki 3-5 kişi dışında, hayatı boyunca kendini ifade etmesine zaman tanınmamıştır, çünkü düz mantığın sunduğu önermelere göre, görünüşünün onu anlatması gerekmektedir. O bir popo tekmeleyici, sert çocuk, bir canavardır.
Dennis ise aslında, 38 yaşında, annesiyle yaşayan, hayattan fazla bir beklentisi, hayatın içinde herhangi bir devinimi olmayan biridir. Kendisini yönlendiren vücut geliştirme tutkusu bile tutkudan çok, artık alışkanlıkla yönlenen bir rutin halini almıştır. Toplumsal normlara ve öğretilmiş biyolojik çizelgesine göre, evlenmesi gerekmektedir. Görünenin çok uzağında, kırılgan, çekingen ve korkak karakteri, hayatı boyunca buna izin vermemiştir ve bir gün birşeyleri değiştirmek için, en kolay kadın bulabileceği yer olduğuna inandırıldığı, Tayland’a gider.
Dennis’in çıktığı ve içinde herhangi bir tutku unsuru bulundurmayan bu temkinli yolculuk, nötr bir halde ilerleyip herhangi bir ivmeye mahal vermeden sonlanacak gibi görünse de, birşeylerin acilen değişmesi kaçınılmaz oluyor filmde.
En zayıf noktası, en ağırlık verilmesi gereken yer gibi sanki; Dennis’in annesiyle olan ilişkisi. Oldukça derin ve karmaşık bir durumu çok basit kodlamalarla anlatmış yönetmen Mads Matthiesen. Anne-oğulun ilişkilerinin yakınlığını diş fırçalama zamanları, banyo yapma rutinleri ve kahvaltı konuşmalarıyla ipucu gibi veriyor seyirciye, gerisini siz ölçün diyor. Bizim hayalimizde kurduğumuzsa, belki daha vurucu, daha çarpıcı, ciddî anlamda alışkın olmadığımız şeyler görmek. Anneliği sevgililikle karıştıran kadınların dünyasına bu vesileyle bir bakıp çıkmak ve hayatlarını otomatik birer sonla bitirecek o oğullara en azından bir dokunup uzaklaşmak. Fakat mümkün olmuyor. Hep belli bir mesafeden izliyoruz Dennis’i ve annesini. Yönetmen kamerayla göz temasını dahi yasaklamış Dennis’in, kırışmış yüzünü, vücudundaki kas dağılımını, sabitlenemeyen bakışlarını görmemizi istemiyor. Annesini ise minyon, donuk ve histerik bir mermer olarak karşımıza dikiyor, doğurduğu şeye tapan ve âdeta onu sadece tapmak için doğurmuş biri olarak.
Senaryodaki o belirsiz akış sıkıntısı sürekli soru sormaya yöneltiyor insanı. Dennis’in hayattaki “kendine göre” başarısızlıkları veya eksiklikleri, görünüşüyle ilişkilendiriliyor evet, ama biz septik olduğumuzdan ve salt görünümle gelen yargılarla savaştığımızdan, şunu düşünmeden edemiyoruz “Dennis ‘normal’ görünümlü bir erkek olsaydı da hayatı böyle mi şekil alırdı?”
Bu noktada filmin, fiziksel görünümlerin şekillendirdiği durumlar üzerine kurulu bir konuyla, yetersiz, ortalama bir drama filmi olarak ise, vasat olduğuna kanaat getiriyoruz. Ve evet, Dennis “normal” görünümlü bir erkek olsaydı da hayatı böyle şekil alırdı.
Round 3: Tanımlanamayana Övgü
Gözün gördüğünü inkâr etme mekanizması, akıldan destek alarak çalışır ve aklın ispatladığını gözün hâlen görüyor olması, durumun doğruluğunu kanıtlamaz. Nihaî gerçek, her daim aklın önerdiğidir.
Karşımızdaki, yüzyıllar boyu gördüğümüz hiçbir canlıyla tam olarak aynı kategoride bulunamayacak ama hayalini kurabileceğimiz her yaşayan organizmadan birşeyler alarak oluşmuş bir “şey”dir. İnsandır, vücudu hayvanî görüntülere fon olan ve bir hayvandır, insanî uzuvları da olan. Devasa kalçaları, garip dudakları, iri göğüsleriyle, esmer tenini doldurmaktadır her detay. Ama “şey”dir nihayetinde ve test edilmeli, deneylere tâbi tutulmalı, incelenmeli ve en sonunda kanıtlanmalıdır.
Black Venus, düşünce özgürlüğünün sınırlarının belirli biçimde çizilmediği, her olgunun tanımlanıp onaylanmasına heves duyulan ve insanın kendine belki de en çok taptığı dönemlerde geçen, bir siyahî köle üzerinden anlatılan, ırkçılık ve faşizmle iç içe, bir ötekilik, Sarratjie Baartman’ın ötekileştirilme hikâyesi.
Bir yanda, kendi seçimi olmadan kendisine verilmiş bir vücuda sahip olan, diğer yanda da yaşam tercihlerini vücudu üzerinden seçen, dolayısıyla hem ucube hem farklı olarak nitelendirilmeye müsait bir kadın var karşımızda: Saartjie. Biz ona sahne ismi Hottentot Venüsü’nün kısaltılmışı, Venüs’le hitap edeceğiz.
Venüs, köleliğin hatırı sayılır bir iş kolu olduğu, 19. yüzyıl Paris’inin bir garip siyahî kölesiyken, kendi kontrolü dışında sahip olduğu fiziksel özellikleri sayesinde fark edilmesi ve rollendirilmesi fazla zaman almaz. “Ucube” görmüşçesine, şoke olan burjuvalar için bir eğlence malzemesi, kendilerine iş arayan bilim adamları için bir deney faresi, insanlığına tapan halk için ise, bir tür kırmasıdır Venüs. Dönemin düşünce dinamiklerini hatırlatıp, izleyenin başka bir zihniyetle de filme bakabilmesini sağlaması açısından film, âdeta bir zaman makinesi. Nasıl ki “ucube” nitelendirilenleri kendi ortamlarında gözlemlediğimizde farklı kanılar üzerinde konuşabiliyorsak, dönemin şartları ile duruma baktığımızda da, günümüz normlarıyla vardığımız yargıların kesinliği de sekteye uğrayabiliyor ve bu bir şekilde mutlu ediyor seyirciyi. Değişimi kendi gözleri görüp yakalayabilmesine olanak sağlıyor çünkü.
Faşizmin ağızlara alınmadığı bilhassa yaşandığı siyasî ortamlarda mahkemeler kuruluyor bu zavallı olarak görülen, kimilerinin kurban kimilerininse mazoşist ilan ettiği Venüs için. Halk jürilerinin olduğu, her şeyin fiziksel olarak kanıtlanma zorunluluğunun getirildiği, laboratuvarlardan hâllice adaletin ölçüldüğü mahkemeler. Venüs bir hayvanımsı mı? Bir ırk dışı mı? Canlı, fakat belki de bir üçüncü tür mü? Unutuluyor ve görmezden geliniyor, Venüs aslında sadece bir insan. Ve sadece toplumun özgürleşebildiği kadar insan olabiliyor. Venüs’ün siyahîliği üzerinden edilen karalamalar, kendini canlılarda çene yapısı ile ilgili girilen polemiklere ve hayvan iskeletlerine bırakıyor. Bu açıdan film, rahatsız edici derecede cüretkâr ve cesur. Anatomik göndermelerin her biri, utanç seviyelerinde geziniyor ve ahırları hatırlatıyor izleyene, mezbahaları, belki Nüremberg dosyalarını.
Hikâyenin diğer tarafı ise, film boyunca beş cümle anca kurmasına olanak sağlanan Venüs’ün iki dudağın arasında anlatılıyor. Venüs, kendisine yöneltilen teşhir suçlamaları ile kendisini korumaya yönelik gelen kölelik karşıtlarının arasında bir yerde “Sanatçıyım ben” diyiveriyor. “Bana bahşedilen bir görünüm var ve bu da benim malzemem.” Tercihlerinin onu oraya taşıdığını ve bu tercihlere kendisini yöneltenin, ilahî varlığı, vücudu olup olamayacağını düşünürken, baş başa kalıyoruz kendimizle. Çünkü her hikâyenin iki tarafı var, ama aklın yolu bir başına. Hiç öğrenemeyeceğimizi biliyoruz, Venüs bunu bilerek mi yaptı, yoksa hayatı pahasına mı sustu?
Fiziksel görünüşüyle ilgili en ufak bir olumsuz yorumu dahi hiddetle geri çevirme eğiliminde olan insanoğlu, kendi benmerkezci ve ırkçı tavrıyla, sadece, bu filmde gerçek hikâyesi anlatılan Venüs’ün değil, aynı filmle, mahkemelerden, sirklerden ve müzelerden sonra bir kez daha hayatı gözler önüne serilen bir insanın, Saartjie Baartman’ın da ölümüne göz yumdu. Kendi normal görüntüsüne sırtını yaslayarak, “ucube” olanın idam fermanını yazdı ve bu ferman hâlen altına imza atılan bir belge olarak nesilden nesile dolaşmaya devam ediyor.