






“CENNET: AŞK” VE “GÜNEYE DOĞRU” FİLMLERİ, BENZER HİKÂYELERDEN HAREKET EDEN VE ANLATI TERCİHLERİNDE FARKLILAŞAN İKİ FİLM OLARAK KARŞIMIZA ÇIKIYOR.
32. İSTANBUL FİLM FESTİVALİ’NİN OLDUKÇA TARTIŞILAN ÇALIŞMALARINDAN, ULRİCH SEİDL YÖNETMENLİĞİNDEKİ CENNET ÜÇLEMESİ'NİN İLK FİLMİ OLAN CENNET: AŞK (PARADİES: LİEBE), ORTA YAŞLI AVRUPALI KADINLARIN SEKS TURİZMİ AMACIYLA KENYA SAHİLLERİNE YAPTIKLARI SEYAHATİ KONU EDİNİYOR.
Üçlemenin başlangıç filmi olan Cennet: Aşk, bedenine dair sorunları olan, yaşamında doyuma ulaşamamış, biraz çekingen ama yine de meraklı bir kadın olarak tasvir edilen Teresa’yı odağına alıyor. Film, Teresa eşliğinde yaşlanmış bedenlerini yeniden keşfeden, tatmin edici bir cinselliğin peşindeki yabancıları anlamaya çalışırken karakterin film boyunca yaşadığı değişim, hikâyenin başlangıçtaki naif tonunun gitgide sertleşmesiyle paralel seyrediyor.
Seidl, turistlerin Kenyalılarla karşılaştığı alanı kurgulayışıyla olası çatışmaları işaret ediyor: Sadece bir halat, keskin bir sınır yaratmayı başarıyor. Bu fiziksel sınır, iki tarafın bölgelerini sessizce imlerken, seçenle seçilen arasındaki ilişkinin hiyerarşisini de görünür kılıyor. Teresa'nın sınırı aşarak Kenyalılarla kurduğu ilk temas, yaşayacağı deneyimlerin ve değişimin de başlangıcını oluşturuyor. Sahilde tanıştığı ilk gençle birlikte olmayı deneyen Teresa, kısa sürede arzusunun salt seksten ibaret olmadığının, duygusallıktan kopuk bir cinselliğin onu tatmin etmeyeceğinin bilincine varıyor. Bu farkındalıkla duygusal bir ilişki yaşayabileceğini düşündüğü başka bir gence kapılan Teresa’nın önüneyse seks turizminin esası olan para ve bundan kaynaklı “kandırmacalar” çıkıyor. Yabancı olduğu bu ortamdaki konumunun “sugar mama”lıktan öteye gidemeyeceğini anlayan Teresa, bunun getirdiği hırçınlıkla oyunu kuralına göre oynamaya başlıyor ve arzularının tatmini için yabancısı olmadığı sömürgeci tavrı benimsemekten kaçınmıyor. Seidl, tüm bu ilişkiler ağını gitgide hazmı daha zor hâle getirerek ortaya derin bir boşluk duygusu çıkarmayı başarıyor.
Cennet: Aşk’taki kadınlar şişman, kırışmış ve sarkmış vücutlarını sergilemekten çekinmeyen kişiler olarak tasvir edilerek, bedenlerinde yaşadıkları değişimlerle başa çıkma çabaları filmin başlıca meselelerinden biri hâline getiriliyor. Teresa için ilkin “yabancı” bir bedenle birlikte olmanın getirdiği sorgulamalardan biri kadın bedeninin erkek arzusuna göre şekillenmesi oluyor. Bu bağlamda beden tüyleri üzerine Inge'yle aralarında geçen diyalogta “Yerliler vahşî olan her şeyi severler” ifadesi, Avrupalının “yerliler” hakkındaki algısına dair net bir örnek teşkil ediyor. Yerlilerin onları oldukları gibi kabul etmek zorunda oluşları, hayatları boyunca arzu edilebilmek adına değişmek durumunda kalmış kadınlar için bedenleriyle mutlu olmanın fırsatını yaratıyor. Kendi bedenini arzu edilebilir kılma endişesinde olan Teresa, başarısız olan ilk denemenin ardından kurduğu ilişkilerde daha baskıcı hâle gelip uyum sağlaması beklenen kişi olan Kenyalı erkeğe “Avrupalı gibi” sevişmeyi öğretiyor. Bu durum bedeniyle kurduğu tatmin ilişkisinin ne kadar değiştiğini gösterirken, geçim yolu olarak seks turizmini kullanan Kenyalı erkek için de film boyunca süren sessizliğin tamamlayıcısı oluyor.
Filme hâkim olan ve belgesel yanılsaması yaratan atmosfer içerisinde Kenya'daki gündelik hayat da altı çizilmeden gösteriliyor. Bu, oraya gelen Avrupalı turistin bakış açısını anlamamıza olanak verirken –bilinçli bir tercih gibi gözüken– Kenyalı erkekleri karakter noktasına taşımadan tipleme sınırlarında ele alma tutumuna da katkı sağlıyor. Öyle ki bu temsiliyet hâli kimi zaman –otelin animasyonlarında olduğu gibi –parodik bir hâl alıyor.
Kenya’dan Haiti sahillerine uzandığımızda ise yine benzer bir durumla karşı karşıya kalıyoruz. Kıyıda turistler için yapılmış oteller, arkasında ise mahvın eşiğinde bir ülke. Yine siyahî erkekler, beyaz kadınlar... Bu kez daha duygusal ve mücadele odaklı, karakterleri Haiti’nin sefalet dolu sokaklarıyla bağ kurmak zorunda bırakan bir film ile karşı karşıyayız: Laurent Cantet’in 2005 tarihli filmi Güneye Doğru (Vers le sud) ile.
Vers le sud
Güneye Doğru, 80'lerin başında, seks turizmi amacıyla Haiti'ye giden orta yaşlı iki kadın ve genç bir Haitili erkek arasındaki üçlü ilişkiye odaklanıyor. Cennet: Aşk’ta tüm ihtimalleri ortadan kaldırılan aşk mevzusu, Güneye Doğru'yu yürüten ana etken olarak filmin gündeminde yer alıyor. Hikâye, iki Amerikalı turist olan Ellen ve Brenda'nın, Legba isimli genç Haitili erkeğe olan ilgileri ve bu ilginin iki kadını karşı karşıya getirişiyle şekilleniyor. İlişkilerinin maddî çıkarlar çerçevesinde mümkün olabileceğinin bilincinde gibi gözüken Ellen ve Brenda'nın hikâyesi giderek melodramatik bir hâl alırken, seçimi yapacak kişinin Legba oluşu hikâyeye farklı bir boyut getiriyor. Paraya sahip iki farklı gücün kazananı maddî olanaklarından bağımsız bir şekilde belirleniyor.
Legba’nın turist kadınların isteklerinin yanısıra Port-au Prince sokaklarında karşı karşıya kaldığı zorlu anlarla şekillenen ikili yaşamını takip eden film, seçtiği ve seçemediği bambaşka iki dünyayı birbiriyle karşılaştırılabilir kılıyor. Legba’yı duygusal ve cismani yönden arzulayan iki kadının, bulundukları çalkantılı ülkenin gerçeklerine değmeyişinin yanında, artan duygusal yakınmaları da filmin dilini gitgide daha fazla melodramatikliğe yöneltiyor. Filmin genel yapısından farklı ve sert finaliyle Cantet, Legba aracılığında kadınları Haiti gerçekleriyle hızlı ve acı bir şekilde tanıştırıyor; fakat onları yaşananlardan sorumlu tutmadığı gibi muaf da tutmuyor. Cennet: Aşk’ta yanılsamadan ibaret olan aşk arayışı, Güneye Doğru’da ikilik yaratacak şekilde kurgulanıyor. Finalde karakterlerin arasında taraf seçen Cantet, bu duygusal aşk balonunu patlatıyor; öte yandan ılımlı bir yaklaşımla tüm ihtimallere kapısını kapamaktan kaçındığını da gösteriyor.
Senaryo temelleri benzer iki filmi birbirinden farklı kılan şeyse, dil meselesi ve kadın bedenine olan yaklaşımları... Güneye Doğru'daki kadınların bedenleriyle ilişkileri biçimsel açıdan sorunsuz gözüküyor. Filmde yer alan kadın oyuncular görece daha idealize bedenlere sahip olmakla birlikte, seks turizmine yönelmelerinde hayatlarından duydukları tatminsizlik ağır basıyor. Bu bakımdan Cantet'in beden meselesiyle ilgilenmediği, Seidl’ın ise en çok irdelediği şeyin bu olduğu söylenebilir. Öte yandan Güneye Doğru’daki kadın karakterler sınıfsal olarak daha üst bir konumda olduklarından, bulundukları sınıfın bedensel ideallerini de yansıtıyorlar.
Cennet: Aşk’ta karakterler İngilizce-Almanca karışımı bir dil kullanıp kısıtlı düzeyde iletişim kurarken, Güneye Doğru’da ise birbirlerine yabancı oluşlarının dil temelli bir sorun olmadığı görülüyor. Seidl'ın duygusallığa imkân tanımayan tavrının daha gündelik meselelerle oluşturulduğunu, Cantet'in ise bunu Haiti’nin toplumsal ve siyasal durumuyla ilişkilendirdiğini de belirtelim.
Cennet: Aşk ve Güneye Doğru filmleri, benzer hikâyelerden hareket eden ve anlatı tercihlerinde farklılaşan iki film olarak karşımıza çıkıyor. Karakterlerin evlerinden uzak sömürge ülkelerinin cennet köşelerine yaptıkları seyahatler yabancılık tanımı, dil-beden meselesi vb. üzerinden iki filmin karşılıklı okunabilmesini olanaklı kılıyor.
Bu yazı Fil'm Hafızası tarafından hazırlanmıştır.