Bantmag

Küf filmi herkesin artık dönmeyecek gözüyle baktığı, 1990’ların ortasında kaybolan oğlunu her şeye rağmen bekleyen bir demiryolu işçisinin hikâyesini anlatıyor. Küçük bir kasabada oğlunun nereye kaybolduğunun hesabını sormak için tek yolu bitmez tükenmez dilekçeleri belli aralıklarla karakola götürmek olan bir adamın takıntısı ve çilesi... Kayıp yakınları, 1990’lar Türkiye’si ve beklemek üzerine hayli düşündürücü bir film olan Ercan Kesal’ın başrolünde yer aldığı Küf, yönetmeni Ali Aydın’ın da ilk uzun metrajlı filmi. 2012’de Küf’le Venedik Film Festivali'nde "Genç Aslan" ödülünün sahibi olan Ali Aydın'la filmi üzerine sohbet ettik.

 

Son yıllarda kayıp yakınları ve kayıplar hakkında filmler artıyor. Bunun neye bağlı olduğunu düşünüyorsunuz?

Büyük bir kambur bu... Sanırım önce bu filmleri yazanlar, yönetenler bu kamburdan kurtulmak istiyor. Kişisel bir problem her şeyden önce. Yani yönetmen olarak, birey olarak bu meseleyle önce yalnız başına hesaplaşıyorsunuz, sonra toplumsal bir vicdan azabına dönüştürmek istiyorsunuz yaşadıklarınızı, düşündüklerinizi... Böylelikle bu dönemi anlatan filmler çıkıyor ortaya. Kimisi politik tarafından bakıyor, kimisi kaybedilen gencin peşinden gidiyor, kimisi de geride kalanların peşinden... Bu tür meseleleri anlatmanın onlarca yöntemi var, ben geride kalanları en sade, en insanî tarafıyla anlatmaya çalıştım.

 

Filmin İstanbul Film Festivali’ndeki gösteriminde ‘beklemek’ üzerine bir film olduğunu söylemiştiniz. Çıkış noktanız bu muydu?

Senaryoyu yazmaya niyetlendiğim andan itibaren filmin ayaklarının basacağı kavramı da düşünmeye başladım. Fakat bu öyle kolayına akan bir süreç olmadı. Öyküye nasıl yaklaşacağınızı, senaryoya geçtiğiniz de ana odağınızın ne olacağını belirliyorsunuz sonuçta ve düşünüyorsunuz uzun zaman... Bu bekleme hâli üzerine epey bir kafa yorduğumu hatırlıyorum. Temel sorularla başlıyor her şey. Niye bekler, beklerken neler yaşar, çevresinin yaklaşımı ne olur, şiddet görmüş müdür, aldığı tepkiler yüzünden kendini hayattan soyutlar mı, beklerken dönüşür mü, dönüşürse neye dönüşür, öfke duyar mı ve çocuğunu bulduğunda ne yapar? Yukarıda kendime sorduğum soruları filmde cevaplandırmaya çalıştım süreç boyunca. Beklemek zamanın anlamını da değiştiren bir şey... Zaman daha muğlaklaşan bir şey hâline geliyor. Sanki somut bir şey soyutlaşıyor gibi geliyor bana. Zaman, kavram olarak değişiyor ve değiştiği şey daha yıkıcı bir şey hâline geliyor. Bu yıkıcılıkta karakteri helak ediyor.

 

1990’lar özellikle sizin kuşağınız için hem bilinen hem de çok uzak bir tarih. Siz bu döneme ilgi duymaya nasıl başladınız? Filmin hazırlık sürecinde gibi araştırmalar yaptınız? Karşınıza neler çıktı?

Filmin ana karakteri Basri’nin oğlu 90’lı yıllarda kayboluyor ve dolayısıyla ben de o dönemde neler yaşandığına dair bazı bilgiler edinmek durumundaydım. Çok detaylı olmayan bir araştırma ve okuma sürecine girdiğimi söyleyebilirim. Bir kere Türkiye’nin en karanlık dönemlerinden biri. Bu kesin! Belki de darbelerden sonra devlet tarafından bize uygulanan baskıyı en fazla hissettiğimiz dönem 90’lardır. Bizzat devlet tarafından öldürüleceklerin listelerinin yapıldığı bir dönem. Sorgusuz sualsiz birileri sizi ansızın evinizden alabiliyor ve işkenceyle öldürebiliyor. Sebebi fikrinizi, siyasî görüşünüzü inatla savunmanız. Hem de şiddete başvurmadan savunmanız. Kürt olmanız mesela ciddî bir kabahat! Koca bir heyula var önümüzde. Türkiye’de 90’lar koca bir bilinmezlik ve leş gibi kokuyor. Hemen hemen o dönemlerde devlet kurumlarında çalışanların hepsinin eline bir sürü masum insanın kanı bulaşmış durumda ve bu kan öyle kolayına temizlenmeyecek. O dönemlerde toplum korkuyla şekillendirilmiş. Devletten korkun, polisten korkun, beyaz renkli Toros’tan korkun çünkü kapınıza yanaştığında tüm hayatınızın seyri bir daha düzelmemek kaydıyla değişebilir. Benim için yaptığım araştırmalarda 90’larla ilgili en temel bilgiler bunlardan ibaret. Buraya yazdıklarımdan daha uzun ve daha detaylı şeyler anlatabilirim fakat o uzun bir muhabbetin ya da yazının konusu olabilir.

 

Filmde küçük bir kasaba, demir yolu, uzun uzun dilekçeler oldukça çileli bir hayat ve üstüne yük gibi kimsenin derdini anlamadığı bir adam, yanıt bulamadığı ve git gide artan sorular var. Bu atmosferi nasıl oluşturdunuz?

Karakterin yaptığı meslek atmosfer konusunda en belirleyici unsurdu. Yol bekçiliği meslek icabı yalnızlığı getiren bir şeydi. Demiryollarında saatlerce yürüyen birinde bazı deformasyonları da beraberinde getireceğini düşündüm. Daha az konuşan, toplumla daha az temas eden bir karakter Basri. Onu hayata bağlayan yegâne şey oğlu. Aslında onu hem yoksunlaştıran hem de hayata bağlayan şey oğlu... Basri’de gelişen obsesif durumlar bir nevi yaşama tutunma sebebi. Alışkanlık dediğiniz şey öyle kolayca vazgeçeceğiniz bir şey değil. Oğlunu bulduğu an onun yok olduğu an bence.

 

Filmin kahramanı Basri karakteri oldukça dikkat çekti. Onu oluştururken kimlerden ilham aldınız?

Dostoyevski’nin romanlarındaki karakterlerden etkilendiğimi söyleyebilirim. Onun romanlarındaki karakterlerinin bendeki izdüşümleri Basri’yi oluşturmuş olabilir. Yalnızlık, bir kör dövüşü gibi sürekli devam eden çıkmazlar, epileptik atakları, çevresinin kayıtsızlığı ve boynuna bir ilmek gibi geçmiş çaresizlik... Tüm bu durumlar Dostoyevski’nin romanlarından fışkırır âdeta... Öte taraftan kimi fotoğrafçılardan da çok etkilendiğimi söyleyebilirim. Koudelka, Antoine de Agatha, Geurgiu Pinkhassov, Avedon gibi...

 

Küf, bir ilk film için büyük başarılar kazandı. Bu ödüller hakkında ne düşünüyorsunuz?

Ödüller heyecan verici elbette. Bu ödüller sayesinde film dünyanın pek çok ülkesindeki festivallerde gösterildi. Hattâ benim tahmin ettiğimin ötesinde bir ilgiyle karşılandı. Çok sübjektif bir süreç film süreci. Böyle bir süreçten sonra filmin aldığı reaksiyonlar sevindirici oluyor hâliyle. Daha fazla insana ulaşmak, filmi farklı coğrafyalarda ki insanlarla paylaşmak hayal ettiğim şeylerdi, tüm bunların gerçeğe dönüştüğünü görmek sevindirici. Bu durumu filmin aldığı ödüller sağlıyor.

 

Siz film çekmeye nasıl karar verdiniz? Sinema yapma motivasyonunuz nedir?

Ben aslında video-artla ilgilenmek, bu alanda birşeyler yapmak istiyordum fakat sürekli olarak kafamda birtakım öyküler dönüp duruyordu. Kurmaca hikâyeleri video-artla anlatamazsınız. Bir sinema filminde stajyer olarak çalışma fırsatı yakalamıştım ve bunu değerlendirmek istedim. Stajyerliğe başladığımda gördüm ki sinema videoya göre daha özgür ve zengin bir alan. Neredeyse tüm sanat dallarını içinde barındırıyor. Stajyerlik sürecinden sonra sinemaya yönelme motivasyonumun daha da arttığını söyleyebilirim. En başından itibaren sinema yapmak gibi bir amacım yoktu, her şey üniversitede değişti.

 

Böyle ağır ve önemli bir konuya değinen bir filmden sonra belli bir sorumluluk duygusu da geliyor olmalı, buna katılır mısınız? Bir sonraki filminiz ne üzerine olacak?

Bir sorumluluk duygusu hissetmiyorum açıkçası. Hattâ biçim olarak Küf’e benzer filmler yapmak da istemiyorum ya da şimdilik böyle düşünüyorum diyelim. Yeni şeyler denemek istiyorum. Sürekli aynı biçimi, aynı kurgu anlayışını, aynı öyküleri anlatmak istemiyorum. Sinema az öncede belirttiğim gibi neredeyse tüm sanat dallarını içinde barındıran bir sanat dalı fakat bu özelliğine rağmen, Türkiye’de çok zayıf. Bizim sinemamızın önündeki en büyük tehlike aynılaşmak. Geçmişte İran sinemasının yaşadığı problemleri gelecekte biz de yaşayabiliriz. Bir sonraki filmime gelince; erkek dünyası üzerinde kadınların yaşadıklarını anlatmak istiyorum. Küf’ten daha sert bir film olacağını söyleyebilirim.