Bantmag

SİNEMADA KADINI ŞEYTANLA ÖZDEŞLEŞTİREN VE ONU SAF BİR KÖTÜLÜK İMGESİ OLARAK ALGILAYAN BİRÇOK YÖNETMEN VAR. ŞÜPHESİZ BÖYLESİ BİR BAKIŞIN ALTINDA KADIN EGEMENLİĞİNDEN VE ÖZERKLEŞMESİNDEN RAHATSIZ OLAN BİR ATAERKİL DÜŞÜNCENİN YATTIĞI AÇIK.


Brian De Palma, filmlerinde bu bakışı inceleyen ve eleştiren bir yönetmen. Ona göre, şeytanî özelliklere sahip olsa da esasında kadını kötülüğe sevk eden farklı etkenler söz konusudur: Aile, sınıf çatışmaları, dinî baskılar, kadını çaresizlikten saldırganlığa iten dinamiklere örnek olarak verilebilir. Son filmi Passion’daysa toplumun kaymak tabakasından bir grubun hayatlarına ışık tutarak izlenmekten zevk alan, kendini göstermeye hevesli, doyumsuz modern zaman “kadınının” çok katmanlı ruhunun derinliklerine iner ve bir ekonomik düzenin kadını nasıl şeytanlaştırdığını radikal bir perspektifle yoğurarak formüle eder.

 

Estetize edilmiş görüntüler, yoğun bir lüks algısının ürünü olan teknolojinin vurgulanması, karakterlerin tümünün maddî durumlarının oldukça iyi olması gibi filmin çevresine geçirilmiş kapitalizm helezonuna, onun kurbanı olmuş “maktûl kadınlar” üzerinden bir eleştiri getirmeyi hedefleyen De Palma, kadının kendine âşık olduğunu ve güce taptığını vurgulayarak ötekileştirdiği erkeği pasifize eder ve onu mağdurlaştırır. Bu bağlamda, Passion’ın mizojinist ruha sahip bir film olduğu yadsınamayacak bir gerçek iken, onu, kadını doğuştan gelen bir kötülüğe sahip, korkulması gereken yaratıklar olarak algılayarak cadılaştıran Ortaçağ zihniyetinden ayırmak gerekir.

 

Christine, hayli yüksek bir malvarlığına sahip, güçlü bir konumu haiz bir kadındır. Lâkin sahip olduklarıyla asla yetinmez, yükselme amacıyla yürüdüğü yolda önüne çıkan engellerin etik olup olmadığına bakmaksızın sadece elde etmeye yoğunlaşır. Cinsel hayatında da aynı iş hayatındaki gibi baskındır. Filmin odağındaki ikinci kadın Isabelle de baskın bir karakterdir. Aynı Christine gibi o da ahlakî taraflarıyla ilgilenmeksizin başarı kazanmaya çalışır. Christine’ın o ne isterse onu yapan, böylece “kadın”ın altında ezilen, çaresiz bir erkek figürü olan sevgilisi Dirk ile gizliden gizliye yürüttüğü ilişkisi aslında bir başka kadına ait olanı elde etmenin verdiği tahrik edici hazdan ileri gelir.

 

Kadınların nahoş bir şekilde gülümseyen o makyajlı yüzlerinin altında kendi menfaatleri için her türlü şeyi yapabilecek birer şeytan yaşadığının altını böylece çizen De Palma, aynı zamanda onlardan şeytan yaratanın hâkim düzen olduğunun da ipuçlarını verir.

 

Christine ile Isabelle’in arasındaki cinsel çekimle, kadının kendine duyduğu aşkı çözümlemeye çalışan yönetmen, güç sahibi olmayı aktif ve pasif bireysel ilişkiler düzleminde inceleyerek Yunan Mitolojisi’nin ünlü Narkissos’unu âdeta modernize eder: Güce âşık olan kadın, gücü elinde bulundurandan etkilenir, güçsüzden değil. Dolayısıyla filmdeki tüm kadınların örtük de olsa hemcinslerine karşı tutkulu olmalarının esası bu narsist içgüdüden ileri gelmektedir.

 

Hayalle gerçeğin iç içe geçerek cinayetin işlenip işlenmediği, işlendiyse de onu kimin gerçekleştirdiği gibi soru işaretleri yaratmasıyla vuku bulan karmaşa, kadın karakterlerin öncülüğünde ilerler. Bu kaos, aslında tek bir kadının değil, hepsinin suçlu olduğuna ve kadınların taşıdıkları maskenin altında birer şeytan yattığına işaret eder. Böylece, aynı Narkissos gibi, kadının da kadınlığına taparak kendi sonunu kendinin getirdiğinin altı çizilir.

 

“Şeytan kadın” ve Les Diaboliques

 

Brian de Palma’nın Passion filmi, “Şeytan Kadın” imgesiyle akıllara Henri-Geroges Clouzot’nun yönettiği 1955 yapımı Les Diaboliques’i getirir. Clouzot’nun filmi de tıpkı De Palma’nınki gibi iki kadın ve bir erkek arasında gerçekleşen ip kadar gergin bir cinayeti anlatır. Yatılı okul işletmeciliği yapan Christina oldukça hastadır ve kocası Michel’le şiddetli bir geçimsizlik yaşamaktadır. Ancak ayrılmanın büyük bir günah olduğu düşüncesinden ve kendisinde tek başına özgürce yaşayabilecek cesareti bulamamasından dolayı Michel’den bir türlü ayrılamaz. Okulda çalışan diğer kişi Nichole ile Michel’in ilişkisi ise gizli saklı değil, alenîdir. Hattâ hasta ve çaresiz Christina’nın en yakın arkadaşı Nichole’dür.

 

Nichole, Christina’nın tamamlayıcı figürü olarak tablodaki yerine oturur. Küt topuklu ayakkabıları, agresif, girişken tavırları ve gözü kara oluşu Nichole’ün dominant bir kişiliği olduğunu gösterir. Bunun aksine Christina, hasta, ürkek ve sevgiye aç pasif bir kişilik sergiler. Bu ikili, artı ve eksi yönleriyle dengeli bir ilişkiyi meydana getirirler. Kadınlar, Michel’i öldürmek için kendilerince kusursuz bir plan yapıp uygularlar. Ancak birkaç gün sonra Michel’in cesedi ortadan kaybolunca işler değişir. Bu noktadan sonra Michel bir hayalete dönüşüp kadınları büyük bir korkunun içine hapseder.

 

Bol dönemeçli bir senaryoya sahip olan Les Diabloques, öne sürdüğü kadın temsilleri ve aralarındaki ilişkilerle de dikkati çeken, bu yönüyle bugün bile özgünlüğünü koruyan bir yapım. Senaryodaki makas değişiklikleri kadın temsillerini anlamlandırma açısından etkili olur. İlk etapta Michel’in metresiyle nikâhlı karısının sıkı birer dost olmasının sıradışılığı üzerinde gezinir senaryo. Cinayet öncesi ve sonrası kısımlarında ise bu iki kadının herkesten itinayla sakladıkları ölüm planlarının bir nevi yasak bir ilişkinin bir alegorisi gibidir. Hayalet bir adam ve ondan kaçan iki kadın söz konusudur. Film sembollerle başka bir alt öyküyü ima eder: Ortada iki kadının yaşadığı gizli ilişkinin özgürleşme süreci vardır denebilir. Michel, bu iki kadın için erkeğin temsilidir. Ondan kurtuldukları müddetçe huzura varacak, aralarındaki aşkı yaşayabileceklerdir. Michel’in iğrenç, otoriter ve kaba bir adam olması da aslında bu iki kadının onu algılama biçimiyle alâkalıdır. Nichole’ün baskın, Christina’nınsa pasif kişiliği ilişkilerini belli bir eksene oturtur. Film, açık açık böyle bir durumdan bahsetmese de iki kadının yaptığı cinayet hazırlıkları, göğüsledikleri zorluklar, durup durup birbirlerini telkin etmeleri âdeta toplum tarafından kabul görülmeyen bir aşkın izdüşümü gibidir. Sevgiye ve şefkate muhtaç Christina, özgürlüğüne düşkün Nichole’le hikâye içinde örtük, gizli bir ilişki yaşıyormuş izlenimini verir. Ne var ki film, final sekansıyla bu görüşü yalanlayıp kadın temsillerine yüklediği anlamları değiştirir.

 

Passion, şeytanîliğin kökenini bir şirket keşmekeşine, tüketim ve güç arzusuna bağlarken Les Diaboliques, dinî ve toplumsal baskıların, mutsuzluğun ve çaresizliğin bir kadını kötülüğe hizmet etmeye ittiği sonucuna varır. Her iki filmde de kadınların hemcinslerine duydukları arzu, örtük ve bir yan olay olarak kalır; öykünün merkezine taşınmaz veya işlevsel bir durum şekline dönüşmez. Brian De Palma ve Henri-Geroges Clouzot, filmlerinde her ne kadar şeytanî kadınları resmetse ve tüyler ürpertici cinayet sahneleriyle gerilimi arttırsa da esas suçlu olarak kadınları değil daha büyük ve geniş odakları, kurumları ve düşünme biçimlerini göstererek basmakalıp kalıplardan uzakta, muhalif duruşlar sergilerler.


Bu yazı Fil’m Hafızası tarafından Bant Mag. için hazırlanmıştır.