Bantmag

“THE KIDS ARE ALRIGHT”* YAZI ALEX MAZONOWICZ
TÜM BUNLARIN BAŞLAMASINDAN EVVEL, BİR AŞÇI OLMAYI İSTİYORDUM…

Sonra bir film yıldızı olmayı istedim ve ardından da bir fırıncı… Sanırım bir ara bir tür diyetisyen olmaya da karar verdim ama bir grupta çalmayı istediğimi anlamam 14 yaşındayken, Wedding Present ile Sonic Youth’u ilk duyduğumda oldu. Rockstar olmak istediğim bir dönem de vardı ama galiba Oasis’in çok ünlü olduğu zamanlardaydı bu ve benim yaşıtım olan herkes, kendine güvenmeyi ve hırslı olmayı, kafayı bulup gerizekâlı gibi davranmakla karıştırıyordu.

 

Müzisyenlik bir tür meslek tabiî ki. Bir enstrüman çalmayı doğru düzgün öğrenebilmek için sarf ettiğim yarım yamalak çabalarımdan ötürü hiç de gerçekçi olmayacak bir hedefti benim için. Müzisyenlik kendini adamayı ya da şanslı olmayı, tercihen de her ikisini birden gerektirir. Yine de bir grupta çalmayı başarmıştım. 14 yaşındayken ben ve en yakın arkadaşım Mikey, gidip bir çift gitar, bir de minik bir amfi almıştık. Benimkisi perdelerinden uğultulu sesler çıkan siyah bir Vantage bas gitardı. Mikey’ninki ise, yeni başlayan gitaristler için bir tür geçiş ritüeli olarak görülen ucuz bir kırmızı Strat kopyasıydı. Saatlerce onun evinde oturup Nirvana ve Sonic Youth rifflerini öğrenmeye çalışırdık. Başaramayınca da kendi şarkılarımızı yazmaya karar verdik. Bir şarkıyı nelerin oluşturduğuna dair hiçbir fikrimiz yoktu. Birkaç akoru peş peşe sıraladık ve Mikey de bunların üzerine, birbirleriyle uyumlu bazı sözler yazıverdi. Berbattım (yine de U2’dan daha iyiydim). Yazdığımız şarkıyı bir kasete kaydettik ve kasedi de Mikey’nin hoşlandığı bir kıza verip, kendisine grubumuzun solisti olmasını teklif ettik. Charlatans’ı çok seviyordu ve uzun sarı saçları vardı. Arkadaşım gibi ben de ona âşıktım ama başarısızlıkla sonuçlanacağı aşikâr olan bu deneme işini ona bırakmaya karar verdim.

 

Mikey ve benim merkezde olduğum bu grup, The Who hattında ilerleyen Blondie gibi kabul edilebilir müzik yapan beş kişilik kadrosuna ulaşana dek pek çok kez eleman değiştirdi. Yerel bir kanalda çaldık, orta derecede ünlü bazı indie gruplarla birlikte çaldık ve sonrasında ise herkes bir yerlere taşındığından dağıldık.

 

Gruptan tek bir kişi bile büyüdüğümüz yerde yaşamıyor. (Merak edenler için söyleyeyim, bahsettiğim yer Cheltenham.) Sadece biri şu an İngiltere’de ve bir tek onunla ben Kuzey Yarımküre’de yaşıyoruz.

 

Shed 7’dan daha iyi olduğumuzu düşünüyordum ama yaptığımız müzik berbattı muhtemelen. Yine de, bir grupta çalmak hayatımı değiştirdi. Geriye dönüp de ergenlik yıllarıma ve hepimizin aşmak zorunda olduğu travmalara bakıyorum. Bazıları diğerlerinden daha kötü, bazılarıysa hem kötü hem de pişmanlık dolu hatıralar… Oysa bir grupta çalmış olmak asla kötü bir anı olmayacak. Ergenlik yıllarınızda yapabileceğiniz en iyi şeylerden biri, bir grupta çalmak. Müzisyen olmakla alâkalı bir şey değil bu. Erkekler, kızlar, kıyafetler ya da bilgisayar oyunları hakkında konuşmanın çok daha ötesinde arkadaşlıklar kurabilmekle ilgili. Nasıl yaratıcı olunacağını öğrenmekle ilgili… Üç kişi tek bir bardak çayı paylaşarak, tüm bir akşamüstünü bir kafede isim bulmaya çalışarak geçirmek en öğretici deneyimlerden biridir.

 

Solistin en yakın arkadaşı tamburin çalmaya koyulur, kimse gitar akort etmeyi bilmez ve davulunuzun zilleri yoktur ama bu pek de sorun yaratmaz çünkü zaten grubun adı “My Pet Dragon”dur (Benim Evcil Ejderham) ve birlikte çaldığınız yarım saatlik bir süre içerisinde Sidi Bou Said kadar da iyi çalmaktasınızdır. Bir logo tasarlarsınız, renkli kalemlerle poster yaparsınız ve desteklerini alabilmek için büyük grupların peşinde dolanıp durursunuz. Hiç konser veremeyebilirsiniz, hattâ prova yapacak imkânlarınız bile olmayabilir. Sadece parkta arkadaşlarınızla birlikte bir duvarın üstüne tüneyip “Evet, bir grupta çalıyorum” demek bile yeterlidir. Bu son derece ruhanî bir şey… 17 yaşındayken, eğer 30’uma geldiğimde “başaramazsam” müziği tamamen bırakacağımı söylemiştim kendi kendime. 30 yaşımdayken, depresyonun dibine vurmuş bir bağımlıydım ve yıkılmanın eşiğinde olan bir hayat yaşıyordum. Şimdiyse, bu dediğimden beş yıl sonra, hayatımı alkolle tüketmek yerine bir grupta çalıyorum ve bundan çılgınca zevk alıyorum. Hayatımın bir döneminde, gözüme kalem çekip, kötü bestelenmiş birkaç parçayla gittikçe küçülen kalabalığı kırıp geçirme istediğimden vazgeçme noktasına gelebilecek miyim pek emin değilim. Bariz yeteneksizliğim ve olmayan potansiyelim beni özgürleştirdi. Bu manevî bir arayış… Pop müziğin kurallardan yoksun olması, insanoğlunun en büyük başarılarından biri ama onun da bir türlü kırılamayan bir noktası var: Bir ergenin odasında kurulmuş olan bir grup, ne kadar uyumsuz, temposuz olursa olsun ve hattâ son derece kötü şarkılar yapsa da, her zaman profesyonel cover gruplarından çok daha iyi müzik yapacaktır. Dersimiz burada bitmiştir. (Artık ne anlatmaya çalıştıysam…)

 

*1966 tarihli bir the Who şarkısı.