Bantmag

PASTORAL YAZI EMRE KARACAOĞLU
GÜNLERDEN BİR GÜN, SEYREK OTLU, DAR AMA BİR O KADA DA DAVETKÂR BİR VADİNİN YAMACINDAN YUKARI YÜRÜYORDUM.

Yamaç kendini düzlüğe verdiği anda önümde dikilen görkemli ağaç dalı karşısında duyduğum huşu, doğaya aidiyet hissi benim için hep tanıdık bir duygu oldu... Sanki zaten hep bildiğim, hissettiğim, arada unuttuğum ama hatırladığımda da hiç yabancılık çekmediğim bir duygu. Örneğin, benzerini, geçen ocak ayında, kulaklığımda Nick Drake dinlerken Sakıp Sabancı Müzesi’ndeki Monet sergisinde de deneyimledim. Hele hele Drake’in “Magic”i eşliğinde “Springtime Through The Branches”e bakarken, kendimi, yine o görkemli dalın karşısında bulduğum ânın hatırasında ve sonrasında da geniş bir ovada tek başına duran bir ağacı görme özlemi içinde buldum.

 

Uçsuz bucaksız bir ovada, dalları yavaşça sallanan, yalnız bir ağaç... Ya da hadi işin içine biraz da insan müdahalesi katalım: Gözünüzün önüne uçsuz bucaksız bir deniz ve tek başına sallanan, boş bir kayık getirin. İki sahne de benzer duygular uyandırıyor, değil mi? Peki, aynı duyguyu, uçsuz bucaksız bir yolda ya da asfalt bir alanda tek başına duran bir otomobil neden sağlamıyor, hiç düşündünüz mü?

 

Ve bu üç değişik sahneye eşlik etmesi gerektiğini düşündüğünüz müzikler neler olurdu? Ova ve deniz sahneleri için tercihlerimiz büyük ihtimalle pastoral çalışmalardır... Brahms, Vivaldi ya da Beethoven gibi klasik kompozitörler... Ya da Nick Drake gibi naif, akustik şarkılar yapan modern müzisyenler de yakışırdı herhalde? Tabii ki seçenekler sonsuz. Ama dikkat ediniz, tercih edeceğimiz müzikler de o sahnelerin yarattığı (olumlu anlamdaki) yalnızlık/tek başınalık (İngilizcedeki “solitude”) ve huşu duygularını uyandırmıyor mu? Öbür yanda, o araba sahnesi için de yine naif şeyler seçeriz herhalde, ama uyandırdığı ve ima ettiği duygu bu öncekilerden oldukça farklı, değil mi? O sahnede de bir yalnızlık hissi var, ama sonsuzluk hissi uyandıran doğa ve deniz geri planlarının yanında, burada gözükmeyen kalabalıkların yalnızlığını, yani istenmeyen, tercih etmeyeceğimiz bir yalnızlığı (İngilizcedeki “loneliness”) hissederiz. Dolayısıyla seçeceğimiz şarkı bir yabancılaşma şarkısı olacaktır büyük ihtimalle. (Ulver’in “Lost in Moments”ına ne dersiniz, mesela?)

 

İlk iki sahne, özellikle de pastorallik hissi uyandıran ova sahnesi, evrenin büyüklüğü içinde kum tanesini doldurmayan yerimizi çağrıştırır. Ama pastoral müzik ve ilgili imgelerin bizde huşu, huzur ve doğaya aidiyet uyandırmasının asıl nedenini ise Amerikalı mitolog Joseph Campbell’in şu sözlerinde bulabiliriz: “Bildiğimiz gibi, doğa aynı anda hem dışımızda, hem içimizdedir. Sanat da ara yüzeydeki aynadır. Ritüel ve mitler de böyledir. Bunlar, doğanın ana hatlarını ortaya çıkarırlarken, bizi en derin hakikatimizle, yani bütün varoluşla bir olduğumuz gerçeğiyle yeniden birleştirirler.”

 

O dalı gözümün önüne getiriyorum yine. Kafamda Brahms çalıyor. Tüm doğa ve ona dâhil olan bedenimin aynı yıldız tozundan yapıldığını hissediyorum en derinlerimde. Kafamdaki bu pastoral imge ve Brahms’ın görkemli melodilerinin ruhumda yarattığı tevazuya sarılıyorum. İşte kucağımda yatan yavru kedimle, bahçemde sallanan ağaçlarla birim yeniden.