Bantmag

A LATE QUARTET

 

Derinliklerinize doğru titreyen bir keman yayı düşünün. Bir ucu bu filme, diğer ucu size bağlı. Korkmayın, fazla gürültü çıkarmaz. yirmilerinin başlarından kırklarının sonlarına kadar aynı grup içerisinde hayatta kalmış, dört müzisyen. Kendi son dörtlüklerinde, bir garip son dörtlü. Aklınıza gelen ilk kelimeyi sesli söyleyin: ego. Aralarında yaşça ve konum olarak en tecrübelileri, çellist Peter, Parkinson belirtilerine teslim ettiği ellerinden mustarip olduğunu grupla paylaştığında, ikinci kemancı Robert’ın da birinci kemancı Daniel ile ilgili sıkıntıları olduğu tesadüfî bir şekilde ortaya serilecek ve aynı zamanda Robert’ın eşi olan, grubun 4.’sü viyolacı Julianne, fırsattan istifade, Daniel’a biricik kızından uzak durmasını tembihleyecektir. Kapalı kapılar ardında, kelimeler değil duygular konuşacak ve dingin Beethoven ezgileri, cam kırıkları ve çerçeve şıngırtılarıyla bölünecektir. Müzik ruhun gıdası lakin ruhlar aç olmanın aksine kendi üstün doygunluklarına erişmişler ise, birbirlerini yemeye başlamaları kaçınılmaz olacaktır. Hayatları boyunca, anne, baba, eş, sevgili olmak yerine öncelikle birer müzisyen olmayı tercih etmiş bu dört birey, birbirleriyle olan geçmişlerini ve geleceklerini sorgularken, koşulsuz şartsız tek destekçileri, birbirlerinden önce, sadık iş partnerleri, müzik aletleri olunca, riske atacakları ilk şey kariyerleri değil, tabii ki özel hayatları olacaktır. Birinin diğerine değer biçtiğini diğerinin riske atması sonucu, 20 yıllık harmoni tek bir notayla seyirciye elveda diyebilecek noktaya gelecektir. Sağlık sorunları, egolar, kariyer kaygıları arasında çatırdayan grup dinamiklerini artık ne Schubert, ne Brahms toparlayabilir. Belki Beethoven’ın Opus 131’i, onlara şunu hatırlatır, “Durmamak için devam etmelisiniz”. H.Ö.

 

 

GAMBIT

 

Gambit son dönemde karşımıza çıkan en büyük mucizelerden biri... Senaryosunu Coen kardeşlerin yazdığı, yönetmenliğini epey düzgün filmlerle karşımıza çıkan Michael Hoffman’ın üstlendiği, başrollerde taze Oscarlı Colin Firth ile Cameron Diaz ve Alan Rickman’ın yer aldığı bir filmden pek çok şey bekleriz elbett, öyle değil mi? Öncelikle iyi bir senaryo, fena olmayan bir reji ve kalburüstü oyunculuklar... Gambit’in mucize ise bu üçüne de sahip olmayan bir film olmayı becerebilmesinde gizli. Bu kadar yetenekli ve başarılı isim bir araya geliyor ve karşımıza çıkan film, geceyarısı televizyonda karşımıza çıkan ucuz video filmlerinden biri adeta. Basit bir sanat hırsızlığı komedisi olan Gambit’i belki de bu kadar yüksek beklentiler içinde izlememiş olsak, sevme ihtimaliz de bir miktar yüksek olabilirdi. Ancak Coen’lerin imzası en azından küçük tatlı bir final sürprizi, hikaye kurgusunda zekice bir  kırılma noktası gibi potansiyeller taşıyor. Bunlardan hiçbirine sahip olmayan Gambit, üstüne bir de son derece tahmin edilebilir şekilde ilerleyip, sürpriz kılığına girmiş bir ilk akla gelen finalle de sona eriyor. Yanlış anlaşılmalar, ufak kazalar ve mahsur kalmalardan medet uman mizah anlayışı içinse söylenebilecek tek şey, çok üzücü olmaları... Z.Ö.

 

 

HITCHCOCK

 

Kardeşin kardeşi öldürmesi Habil ve Kabil’den beri aşina olduğumuz bir durumken, nerede, ne zaman, nasıl öldürdüğü başka bir adamın alanına giriyor. Şüpheyle yatıp hükümle kalkan, dedektifliğin sınırlarını zorlayıp duvarlara delikler açan bir adamın, “Cock’ı unutun, bana Hitch deyin canım” diyen Hitchcock’un. Durum o ki, kendi zihnine öylesine güvenen, seyircisinin ise psikiyatrlara ihtiyaç duyduğu ‘Şüphenin Kralı’na, evde, sette, iş toplantılarında ve hatta rüyalarında katlanmak durumunda kalan bir kadının varlığı elbet ki yadsınamaz hale geliyor. Senaryoların altından, planların arkasından, tüm yaratıcı fikirlerin ortasından tek bir imza çıkıyor, fakat bu imzayı atan ellerden birini de ‘Şüphenin Kraliçe’si Alma Reville tutuyor. Hitch hık diyor, Alma arkasında beliriyor, Hitch pık diyor Alma önden çıkıyor. Bu noktada filmin isminde bir oynama ihtiyacı beliriveriyor, Reville mi deseydik diye düşünmeden edemiyor sadık Hitch izleyicisi ve soğuyor filmden. Derken, Hitch’in iç dünyası giriyor kadraja. Onu öyle düşünmeye iten, ona o filmleri yazdıran ve çektiren. Rüyaları, dürtüleri ve bitmek bilmeyen şüphesi. Evinin koridorları kanlı bıçak kokuyor, setteki odası viski. Çünkü onun cinayetleri hep keyifli, hep ölçülü. Hitchcock, tüm sinefillere mal olmuş bir şahsiyetin hayatını anlatmasından mütevellit, belli sınırlar içine tıkılan ve tıkanıklığını her saniye izleyiciye hissettiren, çabuk sıkışan ve bir o kadar da çabuk çözülen bir film olmasının yanı sıra, Hitch’i izlediğimizden midir nedir, seyirciyi yay gibi nizami tutmayı da bir şekilde başarabilen bir film. Anlatması zor, denemeye değer, tıpkı Alma’nın Hitch’le paylaştığı koskoca bir hayat gibi. H.Ö.

 

 

NOW IS GOOD

 

Anlar, insanın hayatını değiştirir ve ‘şimdi’ hep en iyidir. Çünkü ‘şimdi’ hali hazırda yaşanmaktadır, pişmanlık ya da doygunluk, kaygı ya da umut barındırmaz ve sırf bu yüzden bile değerlidir. Ve o anlar değiştirir insanların hayatlarını. Tıpkı 17 yaşındaki Tessa’nın hayatını değiştireceği gibi. Tessa yaşamak isterken, kanserli hücreleri onu dibe çekmektedir. Onu canlı kılacak şeylerin onu aynı zamanda basit de kılacağından korkan Tessa, kalkanlarını indirdiğinde karşısında ihtiyacı olduğunu sandığı tek şeyi, aşkı bulacaktır. Tedavisini aşkta arayan, hasta olsun olmasın, her insan gibi, o da bir gün hayal kırıklığını tadacaktır. Kanserle kafayı bozmuş, yakında fahri doktor çıkacak bir babaya, burnu kanadığında verecek havludan başka şeyi olmayan bir anneye, o öldüğünde tatile nereye gideceklerini düşünen bir küçük kardeşe, bir de garajda motor tamir edip bahçede odun kıran beyaz atlı prensine rağmen, her gün, gıdım gıdım ölmekte olan bir kızdır o. Aklına gelebilecek her şeyi listeler, kum saatindeki kumlar bitmeden, birileriyle sevişmek, uyuşturucu kullanmak, marketten bir şeyler çalmak ister, tüm yaşıtları gibi. Burun kanamaları, haftalık kan sayımları ve nefes darlıkları arasında bir de âşık oluverir. Filmin başından sonuna kadar üzerine giydiği olgunluğu kaybederken, yanında sadece hemşireler olacaktır. Brighton’da çekmekle çok iyi yapmışlar, buraya da Boards of Canada ne iyi gitmiş demekten kendinizi alamayacağınız Now Is Good, git gide Death of a Superhero’laşırken, olması gereken sınırın dışına pek çıkmasa da, saklanan gözyaşı stoğuna bir darbe vurmadan da bitmiyor. Sinema okullarında hep şunu tembihlerler, ‘kimseyi kamera önünde öldürmeyin’. Oyunculukların yetersiz olacağından değil, en kötü oyuncu bile oynasa, sanırım bunun dayanılmaz derecede keder verici olacağındandır. H.Ö.

 

 

PROMISED LAND

 

Gus Van Sant’ın yeniden minimal sularda yüzdüğü Elephant, Last Days ve Paranoid Park döneminin ardından Milk’le anaakıma dönüşü, Restless gibi bir ara filmle devam etti. Amerikan bağımsız sinemasının en heyecan verici yönetmenlerinden biri olan Gus Van Sant, şimdi de Matt Damon ile John Krasinski’nin senaryosunu yazıp, Frances McDormand’ı da yanlarına alarak başrole yerleştikleri Promised Land’le karşımıza çıkıyor. Sant’in kendini epey geriye çekip, senaryo ve oyuncu performanslarını ön plana çıkarmayı tercih ettiği bu ekonomik dramı, büyük fabrikalardan birinin, küçük bir Amerikan kasabasındaki çevresel dönüşüm faaliyetleri öncesi ikna sürecini konu ediyor ve gerçek olaylardan yola çıkıyor. Sant’e geçtiğimiz Berlin’de özel mansiyon ödülü getiren Promised Land, küçük bir hikayeyi, başarılı bir biçimde beyazperdeye taşırken, belli formülleri takip etmesine rağmen, heyecan verici olmaktan da geri kalmayan bir senaryo kurgusu izliyor. Starz’ın geçtiğimiz sezon büyük umutlarla başladığı politik drama dizisi Boss’ın bir bölümünü de yöneten Sant, özellikle son dönem kablolu yayınlarda Amerikan televizyonu için çekilen dizilerde benzerlerini izlemeye alıştığımız tarzda bir rejiyle, “ara filmleri”ne kaldığı yerden devam ediyor belli ki. Ne zaman yeniden heyecan verici bir hit ortaya çıkaracağı ise merak konusu. Z.Ö.