Bantmag

ZERRE'NİN ÖYKÜSÜNÜN İÇİNDEKİ YAŞAM, HERKESİN HER GÜN GÖRDÜĞÜ İNSANLARDAN OLUŞUYOR...


İzleyicisiyle bunu paylaşmaksa yönetmenin ilk adımı ve yeteneğiydi. Bir süre sonra biçimsel olarak Türkiye Sineması’nda eşine çok az rastladığımız bir film hâlini aldı Zerre. En sonunda da filmi sarıp sarmalayan Zeynep’in hayatını evrene aynen iade edip Altın Portakal’ın galibi Erdem Tepegöz ile azıcık muhabbet ettik…

 

İlk olarak Zerre’nin öncesine gitmek istiyorum. Sinema ile ilk tanışman nasıl oldu? Nasıl başladı?

Ben İzmir’de iktisat okuduğum dört yıl boyunca radyoculuk da yapmıştım. O sırada medya ve iletişimin farkına vardım. Daha sonra İzmir’ de bir film atölyesi yapılmıştı. Orda ekip hâlinde bir belgesel çektik, ödül aldık, festivalleri gezmeye başladık. Kısa film, belgeseller, Prag’da film atölyesi… Düşünce kapakçıklarımın tamamen açıldığı bir süreç oldu.

 

Daha sonra Zerre

Yaklaşık iki yıl önce Dolapdere Tarlabaşı civarında başka bir proje için dolaşırken gördüğüm bir yaşam etkileyici ve belirleyici oldu. O süreçte; toplum içinde, kalabalık içerisinde tek bireyin içine girdiğinizde ne kadar karmaşık bir süreçte olabileceği intibaı oluştu. Bunu biraz da bu büyük evrenin içerisinde tek bir insan ne kadar anlamsız görünse dahi, yakından ona şahit olduğunuzda onun içinde bir mücadele ve yaşama umudu ve kısaca onun içinde bir insan bulunduğunu kamera aracılığı ile anlatmak istedim.

 

Filmin sanki defalarca değiştirilmiş hattâ daha evvel kısa film gibi ortaya çıkmış gibi bir havası var..

Bazı sahneleri atma gereği duyduk, öyküyü ağırlaştırdığı ve anlatımı engellediği için. Bu film 120 dakika da olsa şu andaki süresi de olsa, anlatmak istediği değişmeyecekti. Ama uzasaydı biz başka şeylere yorulup başka şeyleri takip edebilirdik. O yüzden Zeynep’in hayatını deneyimleyip kilit soruyu sorduktan sonra bunu uzatmak anlamsız gibi geldi. Belirli bir süreyi doldurmak için karakteri “kahraman” gibi oradan oraya atlatmaktansa görevini tamamladığını hissettiğim anda ben onun dünyasından ayrılmaktan yanaydım. Filmin son sahnesinden sonra Zeynep kalkıp hayatına devam etsin istedim.

 

Bir yandan görsel efektler, metafizik ve bir yandan da belgesel anlatım iç içe. Mesela Zeynep’i görmediğimiz tek bir sahne bile yok. Bu öznel durumu metaforlarla hikâye hâline getirmende nelerin yararı oldu?

Belgeselciliğin avantajı olarak, bir çok kişiyle bir çok karakterle bir çok yaşam biçimine şahit oluyorsunuz. Hem çekim dolayısıyla bir çok yeri dolaşmak avantaj, filmi bambaşka yaşam formlarına şahit olmaya itiyor. Yalın bir öykü kurmak için çıktığım yolda, Zeynep kiminle temas ederse biz o kadar şahit oluyoruz. Ve tamamen Zeynep’in hayatı üzerinden öyküyü takip ediyoruz. Ona o kadar konsantre olmak istedim ki, Zeynep öteki karakterlere dokunduğu sürece  var olduklarını görebiliyoruz. Bunu paralel ya da farklı öykülerle anlatmaktan ziyade, lineer bir anlatım diliyle onun sanki on günlük bir periyodunu deneyimlemek istedim. Bu belgeselciliğin getirdiği bir avantaj olabilir.

 

Film epey distopik aynı zamanda. Karanlık ve kalabalık sahneleri var. Üstelik kalabalık bir oyuncu ekibiyle çalıştın…

Sete girdiğimde çoğu kez “tebrik ederim Erdem bunu bile yazmışsın” dedim kendi kendime. Görsel efekt var, fabrika var, işçiler, hayvanlarla çekim var, omuzda kamera vesaire… Yazarken senarist ve yönetmen aynı olsa bile çekim sürecinde çatışma hâlinde olabiliyor. Ama ben çok iyi bir teknik ve reji ekibiyle çalıştım ve çalıştığım ekip ben sete çıkmadan her şeyi düzenliyordu. Masa başı işini iyi yaptığınız zaman bütün sorunları bertaraf edebiliyorsun.

 

Avrupa sinemasındaki özellikle Ken Loach, Mike Leigh ve Dardenne kardeşlerdeki işçi sınıfı temsilini nasıl buluyorsun? Onların yarattıkları sinema ne ölçüde etkiliyor seni?

Hepsinden bir şeyler öğretmeye çalışıyorum. Bu süreç de devam ediyor. Ama Dardennelerden etkilendiğimi söyleyebilirim. Sevdiğim bir sinema. İşçi sınıfına objektif bakmaları ama yakında dolaşmaları hoşuma gidiyor. Ama filmi çekerken “ herkese bunu nasıl anlatabilirim?” ya da “nasıl farklı bir dil yaratabilirim?” çabası ağır bastığı için hepsinden besleniyorsunuz ama yarattığınız karakter size “beni böyle anlat” dedirtiyor bir süre sonra. O yüzden hepsinden birer parça var. Ama bu kadar gerçekçi anlatmaya çalıştığım şeyin üzerinde metaforlara dayalı bir anlatım biçimi de var. O yüzden ben de bir şeyler arıyorum, bu film de arayışın bir ürünü. Daha sonraki filmlerde de yine gerçekçi stilin üzerine yine sembolik anlamı kurmaya devam edeceğim.

 

Altın Portakal’a gelirsek, bu sene ilk kez mi gitmiştin?

Daha önce kısa filmlerimle gitmiştim. Benim dördüncü gidişim oldu. Ama ilk defa ödülle döndüm.

 

Nasıldı ?

Altın Portakal Festivali benim için çok duygusal bir yer. Ben ilk kısa filmimle oraya gittiğimde her sinemayla uğraşmak isteyene zorluk çıkaran söylemleri epey duymuştum. Bir de iktisat gibi dünyanın en sıkıcı alanından gelmiş biri olarak çok kafamın karışık olduğu ve kendimi güvensiz hissettiğim bir anda Altın Portakal’a filmimin seçilmesiyle benim için her şey değişmişti. Orada bir çok sinema eleştirmeniyle, kısa filmcilerle tanıştım. Benim için o yüzden çok başka bir anlamı var. Bu sene yarışma filmi olarak katılmak, kısa filmlerimde hayal ettiğim söyleşiye çıkmak benim için bambaşka, keyifli duygulardı. Filmimi alsalar da almasalar da ödül verseler de vermeseler de Altın Portakal benim okulum gibi. O konuda aşırı duygusalım.