Bantmag

SES TEKNİSYENİ OLARAK ÇALIŞMAK ÜZERE 1970'LERİN İTALYA'SINDA BİR KORKU FİLMİ STÜDYOSUNDA TAŞINAN YAŞI GEÇKİN VE YALNIZ BİR ADAMIN YAŞADIĞI İÇSEL GERİLİMİ GIALLO TÜRÜNÜN DİNAMİKLERİ ÜZERİNDEN İŞLEYEN BERBERIAN SOUND STUDIO GEÇTİĞİMİZ YILIN EN DİKKATE DEĞER YAPIMLARINDAN BİRİ OLDU...

 

BERBERIAN SOUND STUDIO

Peter Strickland, filminde, izleyenleri bir ses teknisyeni olan Gilderoy (Toby Jones) eşliğinde bir filmin ses prodüksiyon aşamasının tanığı hâline getiriyor. Gilderoy, İngiltere’den İtalya’ya çalışmak için geldiği stüdyoyu daha ilk andan itibaren kabullenemeyen ancak orada kalmak zorunda olduğunu düşündüren bir karakter.

 

İki farklı Avrupa kültürünü karşı karşıya getirerek tekinsizliğe ve güvensizliğe dayalı bir ton oluşturan korku filmlerinin izinden giden yapımda, Gilderoy’un yeni bir kültürü kanıksama evresini izliyoruz. Karakter, bunun yanında çalışacağı filmin bilmediği bir türe ait olmasıyla da meslekî bir yabancılaşmaya maruz kalıyor. Yaratılan iletişimsizlik ortamında en küçük sorunlar bile büyüdükçe büyüyor ve stüdyoya gelirken harcadığı yol masraflarının karşılanmaması âdeta Gilderoy’un en büyük sorunuymuşçasına sunuluyor. İstemli olarak büyütülen bu dert sayesinde yönetmen karakterlerini kolayca tanıtıyor. Dış dünyayla yalnızca mektup ve telefon aracılığıyla bağlantı kurulabilen bu ses stüdyosu bir noktadan sonra Kafkaesk bir hapishane hâline geliyor.

 

Berberian Sound Studio, giallo bir filmin yapım aşamasını merkeze alarak türle olan bağını daha çok biçimsel tercihler üzerinden kuruyor. Ancak hikâye bakımından ayrıksı bir yol izleyen yönetmen, karakter kullanımı ve atmosferiyle cinayet-katil-kurban üçgenini alışık olduğumuzdan farklı şekilde ele alıyor.

 

2000’li yıllarda türe yeni bir boyut getirerek kendi içinde devinime uğratan filmleri tamamlayıcı bir nitelik taşıyan Berberian Sound Studio’dan sonra, neo-giallo ismiyle anılan bu yeni alt tür, adından daha çok bahsettirerek korku literatüründeki yerini sağlamlaştırdı.

Giallo en sade tanımıyla, ölümü olabildiğince sert ve etken bir perspektiften ele alan yerel (İtalya) çıkışlı bir korku sineması alt türüdür. Kökenlerine inildiğinde kelime anlamının İtalyanca sarı anlamına geldiğini; tematik esin kaynağının ise 2. Dünya savaşı sonrasında basılan ucuz polisiye/gerilim romanlarının “sarı” kapakları olduğunu görüyoruz.

Gore sahnelerin damgasını vurduğu cinayetler, provakatif renklerin hâkimiyetindeki stilize görsellik, iddialı müzik ve kamera kullanımı türün ayırt edici özellikleri arasında gösterilebilir. Ancak temelde her zaman saldırgan cinsel dürtüler üzerine kurulan bir hikâye söz konusudur.

Mario Bava’nın 1963 yılında, henüz giallo’nun adı bile ortada yokken çektiği La ragazza che sapea troppo (The Girl Who Knew Too Much) türün ilk örneği olarak kabul edilirken bir diğer B Movie ustası Lucio Fulci’nin filmleri de yine bu kategoriye dâhil edilir. Ancak giallo deyince akla ilk gelecek isim hiç şüphesiz Dario Argento’dur.

 

PROFONDO ROSSO

Argento, 1975 yapımı Profondo Rosso ile ters köşe bir cinayet filmi yaratırken giallo filmlere de sınıf atlatıyor. Hikâye kurgusunu sağlam temellendirmekle kalmayan yönetmen filmindeki sarsıcı ögeleri senaryonun her yerine dağıtıyor. Filmin birçok yerinde yaptığı zihin oyunlarıyla seyirciye kendini kanıtlama imkânı sunarken yönetmen zekâsını da ortaya koyuyor.

Sinemasından aşina olduğumuz close-up’ları, sahnedeki şiddetin çarpıcı müzikler eşliğinde en ayan beyan hâliyle sunulması gibi unsurları yönetmenin bu filminde de görüyoruz.

 

Bir caz orkestrasında piyanistlik yapmak için İtalya’da bulunan Markus (David Hemmings), oteline dönerken yine onun gibi şehre “yabancı” olan medyum komşusunun korkunç bir şekilde öldürülüşüne tanıklık ediyor ve filmin kalanında bu cinayeti çözmek için bir anlamda dedektifliğe soyunuyor.

 

Filmin her yanında plastik diyebileceğimiz yapaylıkta karakterler mevcut, istemli olarak yaratılan bu yapaylık filmsel düzlemde –tıpkı ana karakterler gibi– kime inanacağını şaşırmış izleyiciler yaratıyor. Cinayetin olduğu yerde her daim katil aranır ve bu filmde neredeyse her karakter klişe bir katil adayı. Ancak yönetmen aranan katili o klişelerden biraz uzakta konumlandırıyor.

 

Yönetmen film boyunca katili(ni) çok iyi gizliyor. Hem de filmin daha başlarında dikkatli bir seyircinin dahi zor görebileceği bir anda katili bize göstermesine rağmen. Öte yandan sinemada sahneyi dondurup katili öğrenmenin imkânsızlığını düşünürsek “filmin” aslında sinema salonunda izleneceğinin düşünüldüğü aşikâr. Hikâyenin kilit karakterlerinden müzisyen Carlo ve Markus’un konuşmaları sırasında arka planda görülen ve sinemasal derinliğe dair muazzam bir örnek teşkil eden bar sahnesi ile de “film sinemada izlenir” düşüncesini destekliyor. Canlı oyuncularla cansız bir fon yaratmanın yanı sıra Edward Hopper’ın gece geç bir saatte ufak bir restoranda oturan insanları resmettiği “Nighthawks” isimli ünlü tablosuna atıfta bulunarak görsel olarak yeni bir anlam kapısı daha aralıyor. Derinliğe dalabildiğinizde yüzeydeki sorular ânında çözüm bulurken katmanlı illüzyon hiç bitmiyor ve arayış filmin sonuna kadar sürüyor.

 

Giallo dendiğinde akla ilk olarak cinayet olgusu gelmesine karşın aslolan cinayetin yanısıra seyirlik olan bazen sadece bir ölüm sahnesi, bazense yalnızca akan planların arkasındaki müziktir. Ancak Berberian Sound Studio’da ölüm görmüyor, Profondo Rosso gibi filmlerde duyulan ürkütücü seslerin yaratım sürecini izlerken aradığınız cinayetle karşı karşıya bırakılıyorsunuz. Canlı sebze ve meyvelerle yaratılan sesler Profondo Rosso’daki katilin işlediği cinayetler kadar çarpıcı ve hunharca. Yerlere düşen kabaklar, parçalanan ve kopan salatalıklar âdeta birer insan uzvu konumunu alıyor!

 

Filmlerin her ikisi de türün gereği karakterlere sahip. Profondo Rosso’da bolca gördüğümüz polisler tamamen karikatürize edilmişken Berberian Sound Studio’da yapım ekibinin de istemli bir ciddiyetsizlikle konumlandırıldığını görülüyor. Bu durum seyircinin konunun içerisinde kaybolmasını engellerken giallo filmlerin temelde yarattığı tekinsiz ve ikircikli yapıyı da inşa ediyor. Bu yapı, ana karakterler irdelendiğinde daha net bir şekilde ortaya çıkıyor; Markus da, Gilderoy da yabancı bir ülkede. Yalnızlar ve bulundukları mekânlar başlı başına kendilerini güvensiz hissetmelerine yetecek durumda. Kapana kısılmışlık hissi ise farklı mekânlarla, ancak neredeyse aynı dozda veriliyor. Biri ses stüdyosunun korkunç atmosferiyle; diğeri, hareket halindeki küçük, klostrofobik araba vasıtasıyla kentin tamamıyla boğuşuyor.

 

Profondo Rosso’da görülen katilin deri eldivenli ellerinin Dario Argento’nun olduğu bilinir. Peter Strickland bu eldivenleri Argento’dan alıp kendi ellerine takıyor ve filminde, giallo türüne ait bir filmi öldürerek türü yeniden tanımladığını ilan ediyor.

 

*Bu yazı Fil’m Hafızası tarafından hazırlanmıştır.