Bantmag

FRANCES HA

20’li yaşlarının sonunda, üniversitede modern dans okuduktan sonra taşındığı New York’ta hayatta kalmaya çalışan Frances, okuldan en iyi arkadaşı Mickey ile paylaştığı hayatından memnundur. Frances erkek arkadaşından ayrılınca, Mickey de uzun süredir hayalini kurduğu gibi şehrin havalı semtlerinden birine taşınınca Frances için yeni bir dönem başlar. Siyah beyaz ve dijital olarak çekilen filmin sadece ilk birkaç dakikasında, yönetmenin bol konuşma seven sineması şimdi “mumblecore”a mı kayacak diye sormak mümkün. Ancak Frances Ha, kimi zaman zekîce yazılmış diyaloglarıyla kimi zaman da diyaloğa gerek duymadan, müziği de bir anlatıcı gibi kullanarak, seyirciyi hayat dolu karakteriyle birlikte Noah Baumbach’in kendi sinemasına has, eğlenceli ve sihri detaylarında gizli bir yolculuğa çıkarıyor. İyi bir üniversitede, istediği bölümü okumuş, geleceğine nasıl yön vereceğini tam olarak bilemeyen, belki de tüm hayatını bunu düşünerek geçirecek olan “genç ama artık çok da genç olmayan” Frances, orta-sınıf liberal bir aileden gelip, sevdiği şeyi yapmaya çalışırken kazandığı kısıtlı parayla şehirde kıt kanaat geçinirken, hemen akla Lena Dunham’ın ilk filmi Tiny Furniture ve artık dünya çapında üne kavuşan dizisi Girls geliyor. Hattâ Girls’deki Adam da, Franches Ha’da Lev’i oynuyor. Frances’ın yeni ev arkadaşları Lev ve Benji, bir anlığına onun Jules ve Jim’i olmayı vaat ediyorlar ama bu hikâye sadece Frances’ın hikâyesi ve filmin sinema referansları Kötü Kan’dan, 400 Darbe’ye uzuyor. Filmin senaryosu Baumbach’a ve filmin başrol oyuncusu Greta Gerwig’e ait. M.K.

 

 

JÎN

17 yaşındaki Jîn, erken yaşında savaşmak için çıktığı dağdan inip sivil hayata geri dönmeye çalışmaktadır. Hasta büyükannesine ulaşmak için yola düşen genç kadın, kırmızı eşarbıyla, bir yandan doğanın çetin şartlarına karşı mücadele etmekte bir yandan da Türk ordusunun insanlarla birlikte bitkileri ve hayvanları da yok eden silahlarına rağmen hayatta kalmaya çalışmaktadır. Ancak belki de Jîn için en büyük tehlike, onu yol boyunca çeşitli aralıklarla bekleyen kötü kurtlar, ilk fırsatta üzerine atlayan, taciz eden adamlardır. Savaştan Jîn gibi zarar gören hayvanlar genç kahramanın yaşadıklarına tanıklık eder, ona yoldaş olurlar. Film hikâyesini masalsı bir yapıyla anlatırken, merhametli ve adaletli karakteri Jîn gibi olma ihtiyacını hissediyor ve özellikle Türk ordusunun temsiliyle kendini gösteren “eşitlik” çabası filmin etkisini azaltıyor. Jîn’i tek başına ya da doğayla başbaşa izlediğimizde ortaya çıkan güçlü duygu, âdeta sadece Jîn ile karşılaştırmamız için bize sunulan dış dünyaya çıktığımızda mesafeli ve duygusu azaltılmış bir anlatıma dönüşüyor. Sinemada eşine az rastlanan özgür ve güçlü genç kadın karaktere filmin en büyük haksızlığı, sonunda onu güzel bir resim uğruna kurban etmesi. M.K.

 

 

POZITIA COPILULUI (CHILD’S POSE)

Bu seneki Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı ödülünü, Romen yönetmen Calin Peter Netzer’in üçüncü uzun metrajlı filmi olan Pozitia Copilului aldı. Günümüz Romanya’sında geçen filmin hemen başında, 60’lı yaşlarında, hâli vakti yerinde bir kadın olan Cornelia’nın evine, hareketli bir kamera eşliğinde âdeta sabah kahvesine misafir oluyoruz ve Cornelia’nın oğlu Barbu’ya olan düşkünlüğünü kendi ağzından dinliyoruz.  Barbu’nun arabasıyla bir çocuğa çarpmasının ardından bu kudretli anneyi, oğlunu yargıya karşı,  oğlunun sevgilisine karşı, ona dışarıdan gelebilecek her türlü tehlike ve müdahaleye karşı tüm gücünü ve bağlantılarını kullanarak korurken izliyoruz. Umutsuz ve büyümekte zorlanan bir yetişkin gibi görünen Barbu ise sadece annesinin kimseye alan tanımayan sevgisi ve himayesi karşısında değil, etrafında olan biten hemen her şeye karşı da hisleri alınmış gibi görünüyor. Bu trajik anne-oğul hikâyesini, Romanya’daki bürokratik yozlaşma ve sınıfsal çelişkilerle ilgili detaylarla ören ve ince bir mizah anlayışına sahip filmin belki de samimiyetten uzaklaştığı tek nokta “gerçekçi” bir his yaratmak için kullandığı hareketli kamerası. Cornelia’yı oynayan Luminita Gheorghiu’nun performansı, kolaylıkla “canavar anne”ye dönüşebilecek bir karaktere filmin her ânında boyut katıyor. M.K.

 

 

SEARCHING FOR SUGAR MAN

Geçtiğimiz ay En İyi Belgesel dalında Akademi ödülünü alan Searching For Sugar Man, insanı hayrete düşüren hikâyesiyle katıldığı birçok başka festivalde de ödülleri toplayarak 2012’ye damgasını vurdu. 70’lerde Amerika’da hiç fark edilmemiş ama folkun iyi örneklerinden iki önemli albüme imza atmış olan Sixto Rodriguez’i konu alan belgesel, müzikseverlerin kaçırmaması gereken bir yapım. Rodriguez’in garip bir şekilde Güney Afrika’da oldukça ünlü olması ve İki Güney Afrika’lı hayranının Rodriguez’i arayışa çıkması filmin odak noktası. Sanatçının sahnede kendini yakarak öldüğüne inanan Güney Afrikalılara nazaran, Stephen 'Sugar' Segerman ve Craig Bartholomew Strydom, ülkelerinde basılmış plakların telif haklarının kime gittiğinin izini sürerek, yoğun bir araştırma sonucu Rodriguez’e ulaşırlar. Bu fark edilme sonrası, öncelikle Güney Afrika’da olmak üzere, konserler vermeye tekrar başlayan Rodriguez, bu aralar Amerika’da geç de olsa ününün meyvelerini toplamakta. Belgeselin yapımı esnasında Bendjelloul’un yaşadığı maddî imkânsızlıklar, ucuz bir iPhone video aplikasyonunun yardımı ile bertaraf edilmiş. Bu maddi imkansızlıklar filmin izlenebilirliğine etki etmiyor çünkü, iki tutkulu hayranın, kendi kabuğuna çekilmiş bu küskün müzisyeni olması gereken noktaya taşımaları gerçekten de görmeye değer bir hikâye hâline geliyor. N.G.

 

 

THE PAPERBOY

Ne yazık ki Nicole Kidman, sevenlerini son dönemde gayet vasat filmleri izlemeye mahkûm etti: insanı Hemingway okumaktan soğutan televizyon filmi Hemingway & Gellhorn, yakın zaman önce vizyona giren, türüne oldukça başarısız bir başka katkı olan Trespass, iyi bir drama gibi görünse de oyuncularının renksizliğiyle iyice sıkıcılaşan Rabbit Hole. Güzel oyuncu her ne kadar oyunculuğunun doruklarını bu filmde bize gösterse de, aynı adlı 1996 basımı romandan uyarlama The Paperboy, vasat olmaktan öte gidemeyen bir yapım olabilmiş. Filmde Matthew McConaughey ve Macy Gray de oyunculuk açısından parlarken, nedense hikâye açısından bütünlük bir türlü yakalanamıyor. Filmde idam meselesinden, 70’lerde Amerika’da yaşanan ırkçılığa; dönemin medyasının durumundan, sırlarla dolu bir cinayet de dâhil, onca şey anlatılmaya çalışılıyor ve potansiyel olarak bu hikâyeden çıkabilecek altı filmlik malzeme kafaları iyice karıştırıyor. Zac Efron yalnızca havalı bakarak başrolünün üstesinden başarı ile gelirken, Kidman’ın canlandırdığı Charlotte Bless karakteri, filmi izlenebilir kılan tek şey oluyor. Bless’in kışkırtıcı, yarı nevrotik âşık hâlini, bir yandan arkadaş canlısı, insan sevici ruhunu, alabildiğine seksî ve baştan çıkartan karakterini kusursuzca üstünde taşıyor Kidman. Aşırı ciddîye almadan izlendiği takdirde yine de keyifli bir cinayet hikâyesi, The Paperboy. N.G.