Bantmag

My Bloody Valentine – m b v
Efsanevi Loveless’tan tam 22 (!) yıl sonra bir cumartesi akşamı internette ansızın beliren üçüncü My Bloody Valentine albümü m b v, daha şimdiden 2013’ün en önemli müzik olaylarından biri olarak tarihe geçti. Kevin Shields’ın üçüncü My Bloody Valentine albümünü yıllardır kaydediyor olması, fakat mükemmeliyetçiliği yüzünden bir türlü son hâline getirememesi neredeyse dalga konusu hâline gelmişken kimse bunu beklemiyordu eminim. Isn’t Anything ve Loveless’ın aksine m b v, “She Found Now”ın iç eriten gitarlarıyla oldukça sakin başlıyor. Sadece “Only Tomorrow”daki muhteşem –belki de grubun tarihindeki ilk– gitar solosu bile albümü dinlemek için yeterli bir sebep. “If I Am” ve “Who Sees You”, Loveless’tan etkilenip müzik yapmaya başlayan grupların hâlâ kat edecekleri çok yol olduğunun birer kanıtı âdeta. “New You”, grubun şu âna kadar yazdığı en pop şarkı olarak albümün öne çıkanlarından. “Nothing Is” neredeyse Swans’ı hatırlatan kaosu ile albümün bana göre en nefes kesici şarkılarından biri. Kapanışı yapan “Wonder 2” ise drum’n’bass davulları, baş döndüren gitarları ve klasik My Bloody Valentine vokalleri ile hiçbir kimyasalın yetişemeyeceği bir psikedelik deneyim yaşatıyor. m b v, bu “yaşlı” grubun hâlâ 1991’deki kadar önemli ve değerli olduğunu gözler önüne seriyor. Şimdiden yılın en etkileyici albümlerinden biri, es geçmeyin. (B.Ç.)

Only Tomorrow

 

Autechre – Exai / Warp Records
Daha önce martta çıkacağı duyurulan Exai’nin, 7 Şubat’ta Autechre mail listesinde dijital download’ı müjdelendiğinde Bleep.com’un pek de bipleyemediğini gördük. Hem Autechre (Ae) sitesi hem Bleep kilitlenmişti. Exai, Sean ve Rob’un merakla beklenen on birinci albümü, bir duble albüm, ismi de romen rakamı XI’den bir çevrim. Kapakta 11x11’lik bir matris üzerinde şifrelenmiş, belki de rastgele işaretlenmiş kareler. Exai, hip hop köklere selamlar, algoritmik zamanları andıran aksak ritimler, düz ritimler, synth denizleri, derin baslar, sürekli değişim, bir ton reverb, hoş melodiler, dev davullar, gizli vokaller, şarkı isimleri ile grubun takipçilerinin yüzünü güldürecek, yeni dinleyenlere de Ae’yi özetleyebilecek bir albüm. Sound’da ve formda radikal bir değişim yok ama Ae yine nakış gibi işlemiş. 2 saat 32 saniyelik korkutucu dinleme süresi albüm dönmeye başladığında hissedilmeden akıp gidiyor. Ses tasarımı şahane, stereo konumlandırmadaki özen özellikle dikkat çekiyor. Bir önceki albüm Oversteps ile kıyaslanınca Exai oldukça ritmik. Ritimlerde Confield’dan beri alıştığımız aksaklık yerine düz, kafaya vuran ritimler daha baskın. Açılıştaki “Fleure”nin sonundan mı etkilenip öyle düşünmeye başladım bilemiyorum ama sanki şarkı sonları ile ayrıca uğraşılmış. İlk birkaç dinlememde öne çıkanlar “vekoS”, “jatevee C”, “recks on”, “T ess xi”, “1 1 is”, “runepik”, “spI9” ve yeni “windwind” diyebileceğim 12 dakikalik duygu seli “bladelores”. İyi bir kulaklıkla muhteşem olur ama komşularınız anlayışlıysa yüksek sesle dinleyin. Exai, 2013’ün en iyi albümlerinden birisi olabilir. Paranoyak dip not: 11. albüm olunca insan ister istemez büyük rock gruplarını düşünüyor: Pink Floyd’un The Wall’u da bir 11. albüm, bir duble albüm ve kapağı neredeyse Exai’a benziyor. (G.G.)

Keyosc



Nick Cave and the Bad Seeds – Push The Sky Away / Bad Seed Ltd
Nick Cave ve olağan üstü tayfası, 2013’ün “büyük grupların büyük yeni geri dönüşleri” listesine bir güzellik daha ekledi ve Push the Sky Away isimli, diskografilerinin belki de önemli albümlerinden biri ile geri döndü. Alıştığımız Nick Cave and the Bad Seeds melankolikliğindeki Nocturama (2003) sonrası biraz daha sertleşen Dig!!! Lazarus Dig!!! (2008) ile bize,  gürültünün sofistike bir biçimde yoğrulduğu Grinderman projesinin muhteşem gelişini haber vermişti. Grinderman ve Grinderman 2 albümleri ile tüm duyularımızı harekete geçiren Nick Cave, tohumlarını tekrar toplayıp  Push the Sky Away ile sinirlerimizi yatıştırmaya, ruhumuzu dinlendirmeye yemin etmiş âdeta. Bu defa orijinal kötü tohumlardan Mick Harvey ile yollar ayrılıyor ancak başka bir kurucu üye, Barry Adamson, 27 yıl sonra geri dönüyor. Gaspar Noé yönetmenliğindeki karanlık klip eşliğinde, çıkış parçası olarak seçilen “We No Who U R”  çıktığı anda bu albümün sihrini anında belli etmişti. Cave’in söz yazarlığı hâlen, Higgs Bozon’unu, Disney saçmalığı Hannah Montana’yı ve şeytanın oğlunu aynı dizelerde birleştirebilecek kadar garip, gerçeküstü ve etkileyici. Albümün hangi şarkısı öne çıksın seçimine girmek bile yanlış, 45 dakikalık bu edebî ve müzikal güzellemeyi parçalarına ayırarak dinlemek büyük günah olurdu. (N.G.)

We Real Cool

 

Atoms For Peace - Amok / XL Recordings
Radiohead, Thom Yorke'u hiçbir zaman kesmedi, onu biliyoruz. Atoms For Peace de birkaç yıldır ortalıkta gözüken, hayli göze çarpan diğer "zaten ünlü" üyeleriyle heyecan veren alternatif projelerinden biri Yorke'un. Basta, Flea var; davulda Joey Waronker; perküsyonist Mauro Refosco ekibe ve müziğe ışık saçarken, Nigel Godrich klavye ve synthlerle alâkadar oluyor. Vokal de fahrî frontman Thom Yorke'ta. Amok, yer yer 90'lara durulan süssüz bir saygı duruşu. Belki dinleyeni en çok içine çeken ögesi perküsyonlar âdeta pırıldıyor ve Afro elektronik müziğe yanaşıyor. Hem naif hem de gösterişli synthler, Yorke'un mırıldanırken başkaldıran vokalleriyle beraber bulmaca gibi bir şeye dönüşüyor. Amok'ta elektronik, trip hop, math ve art rock minimalist bir ufukta kesişiyor. Albümden alınacak zevk elbette beklentiler doğrultusunda değişir. Fakat, olsa olsa Thom Yorke'un kafasının derinliklerinden çıkabilecek bu politik referanslı grup adı bile, karşılaşacağınız müzikten ne beklemeniz gerektiğini önceden haber veriyor aslında. (T.B.)

Judge, Jury and Executioner



The Embassy – Sweet Sensation
The Embassy ikilisi, İsveç pop müziğinin son 10 yıldaki en kayda değer ve kaliteli işlerinin birkaç üreticisinden biri. Özellikle çoğunlukla beraber anıldığı, Studio ve The Tough Alliance gibi ekiplerin ve dahası bu gibi gruplara ev sahipliği yapmış Service Records’un, artık onları tanıdığımız şekilde aramızda olmadığını düşünürsek bu yeni albüm ayrı bir önem teşkil ediyor. Kaldı ki grubun yedi yılı aşkın süredir büsbütün bir albüm yerine bir dizi single yayınlamayı seçiyor olması da ayrı bir haber değeri taşıyor. The Embassy’yle ilgili en çarpıcı şey, geçmişten gelen âdetleri ve ortalama bir pop müzik takipçisinin girip çıkmış olduğu farklı müzik dünyalarından sesleri, modern kararlarla buluşturan bir tarzın altına imzasını atıyor olması. Funk ve diskoyla bütünleşen sesler, house’un klasik vuruşları, Johnny Marr gitarları ya da New Order şarkı yapıları grubun tek bir şarkısında kovalayabileceğiniz izler… Sweet Sensation, nostaljik olmaksızın kolaylıkla ilişki kurulabilecek bir albüm. Bu nedenle onu dinlemenin, New Order ve Johnny Marr’ın son albümlerini dinlemekten daha heyecan verici bir aktivite olacağını iddia edebiliriz. Kimse gücenmesin. (E.S.)

Livin' Is Easy



Jamie Lidell - Jamie Lidell / Warp Records
“What A Shame” radyolarda ve internette dönmeye başladığından beri Jamie Lidell’ın bu sefer nasıl bir elektro miksle karşımıza çıkacağını merak eder olmuştuk. Albüm şahane. Mozaik suratlı adam dubstep usûlü 80’ler müziğiyle bizi hoparlör düşmanı ediyor. Türünün tek örneği değil ama şiddetle tavsiye edilir. (S.U.)

So Cold



Lotus - Build / Sci Fidelity
Lotus'un dans müziği her zaman olduğu gibi bir multijanr estetiğiyle karşımıza çıkıyor Build albümünde. Grubun 2000'li yılların başlarından günümüze gelen diskografisinde tam 10'uncu albüm olan Build, kısa soluklu ve akıcı bir albüm. Akıcı olsa bile maalesef albümden herhangi bir şarkıyı ön plana çıkarmak zor. Hattâ şarkılar için akılda kalıcı bile demek güç. Gece dışarı çıktığınızda ya da bir partide duyduğunuzda sizi keyiflendirebilecek olan yüksek tempolu ve farklı türlerden etkilenerek ortaya çıkmış olan dans şarkılarını bir arada sunuyor albüm. Build'in sıradanlığı ve tekdüzeliğini müzikal olarak bozan bir şey yok belki ama muhteşem bir albüm kapağı var onu da hatırlatmak da fayda var. (C.K.)

Massif



Mombu - Niger / Subsound Records
Ocak ayında İstanbul ve Ankara'da birer konser veren İtalyan ikili Mombu ikinci albümü Niger'i yayınladı. Mombu'nun bu albümünde yine ritmik –hattâ kimi zaman son sürat– davullar ve vahşî saksafonların oluşturduğu Afrika kökenli ama metal zihniyetli şarkılar yer alıyor. İlk albümden en büyük farksa muhtemelen bu albümdeki şarkıların daha fazla katmanlı oluşu diyebiliriz. Bunda da saksafonlardan sorumlu Luca Mai'nin birçok şarkıda önce saksafon loop'larıyla altyapıyı oluşturup şarkıyı onun üzerine inşa etmiş olmasının rolü büyük. Niger, ilk Mombu albümü Zombi kadar görkemli olmasa da çok fazla detay ve matematik içeren bir albüm. (C.K.)


Shout Out Louds – Optica / Merge Records
İsveçli grup Shout Out Louds'un dördüncü denemesi Optica, 80'ler sevgisiyle dolup taşan bir indie pop partisi. Grup artık uykularında bile gıcır gıcır pop şarkıları yazacak durumda ve açılış parçası “Sugar”da tüm eğlenceli ve synthli potansiyellerini, bir atılımda gözler önüne seriyor. Albümün ortasına gelindiğinde ama her şey önemini biraz yitirmeye başlıyor. Parti devam ediyor ama şarkılar birbirbine benzemeye, sözler teğet geçmeye, etkiler silikleşmeye başlıyor. Hepsi belli bir standardın üzerinde seyreden, istikrarlı parçalar, ama çeşit ve enerji açısından takılı kalmışlar. Optica'da kötü bir an yok, ama parıldayanları da az. (L.A.)

Illusions



Parenthetical Girls – Privilege / Splendor Records
Gariplikler ve kırılgan seslerle bezeli, deneysel pop projesi Parenthetical Girls'in üçüncü albümü Privilege'de, Zach Pennington yine aşırı dramatik anlayışıyla bildiklerini okumaya devam ediyor. Yayınladıkları beş EP'lik seriden derlenen bu albümde, nefesliler, yaylılar ve synthler ortalıkta uçuşuyor, tatlı bir hafiflikte ilerleyen parçalara gerektiğinde bol keseden dram aşılıyor. Privilege, keskin ve karamsar bir karmaşa ve Pennington'un dengesiz sesi burada da korkunç senaryolar haykırmaya devam ediyor. Albüm biraz dağınık, deneysel ve tam bir bütün olarak yürüyemiyor. Ama dans ederken ölüm hikâyeleri duymaya aç kalan varsa, Privilege hayal kırıklığına uğratmaz. (L.A.)

Curtains



Tegan and Sara – Heartthrob / Warner Bros Records
Yedinci albümleriyle yepyeni bir sound denemesinde bulunan Tegan and Sara’nın yeni albümü Heartthrob geçtiğimiz günlerde raflardaki yerini aldı. Üzerlerindeki indie pop etiketinden sıyrılıp synthpop sınırlarında dolaşmaya başlayan Kanadalı ikizlerin yapmış olduğu bu radikal değişiklik büyük bir ticarî başarı getirecek gibi gözüküyor. Yeni şarkılara ve yeni tarzlarına alışmak biraz zor olsa da Tegan and Sara’nın cesaretleri takdire şayan. (K.D.)

Guilty As Charged 



Unknown Mortal Orchestra - II / Jagjaguwar Records
Unknown Mortal Orchestra'yla ilgili en sevilesi detay sanırım müziğin ve eğlencenin birbiriyle olabilecek en homojen şekilde karışması. Müziği dinlerken, onun sanki kalp atışları olan, heyecanlı, yaşayan ve ölümlü bir şey olduğunu duyuyorsunuz. Grubun ikinci albümü II, hiçbir yönden –güzel mi güzel– ilk albümlerini aratmıyor. Elini hiç korkak alıştırmadan, fakat dozunu da tutturarak popu lo-fi, garage ve funk üçgeni arasında başarıyla rafine etmesi grubu daha da sevimli hâle getiriyor. Albümün psikedelik duraklarındaysa güzel müziğin tadına iyice varıyorsunuz. Bu sene Jagjaguwar Records'tan çıkmış mutlu eden işlerden biri II. Unknown Mortal Orchestra da sevgili Jagjaguwar da devamı için meraklandırıyor. (T.B.)

The Opposite of Afternoon 



Psychic Ills - One Track Mind / Sacred Bones Records
Psychic Ills'in on yıllık geçmişine bir göz attığımızda iyili kötülü, yalnız çoğunlukla hoşnut bir aşinalık duygusu yaratan beş albüm görüyoruz. One Track Mind, zincirin altıncı halkasını oluşturuyor. Yani nedir, ne çok yeni bir şey vaat ediyor ne de tatminsizlik. Pek uslu bir blues rock ve Pyschic Ills’in vazgeçilmez psikedelik aşkından oluşan 47 dakika, zaman zaman kendini tekrar etmekten uzak duramıyor. Yani albümdeki akla takılan melodiler biraz da o yüzden akla takılıyor-akılda kalıyor demek daha doğru belki de. Bu arada, sıkıcı bir albüm değil; tersine şaşırtıcı bir şekilde melodik ve zevkle dinlenebilir. Tek sorun, kaç kez baştan sona dinleme özlemi duyacağınız bir albüm olduğu tartışılır. (T.B.)

Might Take A While 



Amor de Dias – The House At Sea / Merge Records
The Clientele’in bir seneyi aşkın süre önce duraksayacağını duyurmuş olmasıyla ilgili en iyi olan şey, Alasdair MacLean’in Pipas’ın kadınıyla birlikte yürüttüğü Amor De Dias isimli projesinin ikinci albümünü yayınlamış olması. MacLean’in vokal stiliyle ilgili sabit olan bir durum var. Hikâyelerini anlatmaya başladığı an, ses tonundaki yaşanmışlığın yoğunluğuyla sizi kolaylıkla teslim alıyor. İspanyol gitarları her insan evladına sevdirebilme postansiyeline sahip olan bu kayıt, orta tempolu pop hitlerinin ötesine geçen daha karanlık sulara daldığında mütevazı gitar soloları ve duru estetiğiyle fazlasıyla Galaxie 500’ın altın günlerini hatırlatabiliyor. The House At Sea, “Yeni olmak zorunda değil, iyi müziğe ihtiyacımız var” diyen damarcılar için geliyor. (E.S.)

Jean's Waving 



Sally Shapiro - Somewhere Else / Paperbag Records
İsveçli İtalo-disco ikilisi Sally Shapiro üçüncü albümü Somewhere Else ile geri döndü. Grup, ünlü disko prodüktörü Johan Agebjörn’ün sesine hayran kaldığı “bir kız” ile yılbaşı ilahileri söylerken tanışmasıyla kuruluyor. “Bu kızın” adını sanını bilmiyoruz çünkü kendisi oldukça utangaç ve isminin yaptığı müzik ile hiç ilgili olmasını istemiyor. Kendisi, canlı performans vermeyi reddetmek dâhil, stüdyoda Johan varken bile şarkı söyleyemeyen bir karaktere sahip. 2007’de yayınlanan çıkış albümü Disco Romance dönemin en başarılı Italo-disco albümleri arasında yer alması ve onu takip eden ikinci albüm My Guilty Pleasure ile Sally Shapiro vazgeçilmez dans grupları arasında yerini sağlamlaştırdı. Tensnake, Junior Boys, CFCF ve  Juan MacLean gibi müzisyenlerce remikslendi. Sally Shapiro’nun indie pop grubu yumuşaklığındaki vokalleriyle süslenen bu garip dans müziği asla 2010’lara ait değil. Her dinleyişte 1984 yılında yayınlanmış bir Italo-disco hitini dinliyor gibisiniz. Yeni albüm Somewhere Else de aynı dokudan uzaklaşmıyor. Drive filminin müzikleri arasında ünlenen Electric  Youth versiyonu ile “Starman” yılın dans hiti olacağa benziyor. Bunun dışında “All My Life, I'll Be By Your Side” gibi önceki albümlere göre daha iddialı ve tempolu parçalar da dikkat çekiyor. (N.G.)

If It Doesn't Rain



Roddy Woomble - Listen To Keep / Reveal Records
Idlewild vokalisti olarak tanıdığımız Roddy Woomble, grubundan ayrı olarak çıkardığı solo albümlerinde folk müziğini daha ön planda tutuyor. 2006 yılında tanıştığımız ilk solo albümü My Secret is My Silence oldukça başarılı bir albümdü ve içerisindeki “I Came In from the Mountain” ile başarılı bir grafik çizmişti. Geleneksel İngiliz folk müziğini kendi bestelerine adapte eden Woomble zaten Idlewild’da sergilediği o müthiş ambiyansını da solo albümlerinde göstermekte sakınca görmedi. Yaylı çalgılar ve akustik enstrümanlarla bezeli son albümü Listen To Keep ise yine aynı sularda geziniyor ve melodik yaklaşımlı şarkılarıyla hüznü ve mutluluğu aynı anda yaşatıyor. Mesela The Last One of My Kind oldukça mutluluk saçan melodilerle doluyken ardından gelen ve albümle aynı adı taşıyan Listen to Keep ise çok iddialı bir beste ve hüznü anında vermekte sakınca görmüyor. Senenin en özellikli folk kayıtlarından bir tanesi. Idlewild hayranları da bir kulak kabartmalı. (B.Ö.)


Autre Ne Veut - Anxiety Mexican Summer / Software
Evinde kayıt yapan tek kişilik projelerden biri de Autre Ne Veut. Arthur Ashin’in özelliği ise lo-fi ve ambient türlerinden etrafından dolanan elektronik tek-adam projeleri arasından, vokali, sözleri ve harmonisi ile son dönemin en güzel R&B’sini sunarak sıyrılıyor olması. Kendi isimli ilk albümünün ardından bir EP yayınlayan Ashin, bu defa stüdyo ortamında kaydedilen yeni albümü Anxiety ile popüler olana biraz daha yaklaşmış. Albümün çıkış parçası “Counting”i MTV’de abartılmış bir prodüksiyonla çekilmiş bir klip eşliğinde izliyor olsak şaşırmayız. Ancak elbette Autre Ne Veut tarzı R&B bu, hâlen deneysel, samimiyetle duygusal. Albümün adı ve genel teması, psikoloji üzerine yüksek lisansı da olan Ashin’in, kendi depresyonu, ilişki, sosyal ortam ve aile anksiyetelerinden şekilleniyor. Kapakta, beyaz eldivenli müzayede çalışanlarının elleri arasında duran Edvard Munch’un meşhur “Çığlık” tablosu var ve “Modernist kinayedeki anksiyete kavramını ele alan Çığlık’ını modern kapitalist çerceveye sokulmasını” sembolize ediyor! Anlayacağınız Autre Ne Veut, söyleyecekleri ciddîye alınması gerekli olan derdi bol bir müzisyen, bunu da hayran olduğu R&B, soul ve reggae türlerini eklemleyerek yarattığı kendi özgün pop türünde yapıyor. (N.G.)

Play By Play



Jim James - Regions of Light and Sound of God / ATO
Müzik dünyasının takip edilesi yüzlerinden, My Morning Jacket’ın en değerli müzisyenlerinden birisi Jim James. Onun hakkında ne yazılsa çizilse mutlaka bir şeyler eksik kalıyor. Şarkılara karakter aşılayışı bir yana o buğulu sesinde yankılanan kelimeler ise cabası. 2009 yılında George Harrison şarkılarından oluşan saygı albümünü saymazsak, Son Volt vokalisti ve yine Jim James kadar değerli bir isim olan Jay Farrar, ayrıca Will Johnson ve Anders Parker ile oluşturduğu Woody Guthrie şarkılarından oluşan New Multitudes albümünden sonra çıkardığı ilk ciddî solo albümüdür bu. Yine minimalist takılmalar mevcut bestelerde; soul ve folk müzik etkilerinden dem vurarak bestelerinde kullandığı hüzünlü-harmonik vokallerin neticesinde yine doruklara ulaşan o içli şarkılar... Bütün bunların hepsini solo albümünde yine denemiş ve neredeyse bütün enstrümanları da kendisi çalmış. Albümün açılışındaki “State of the Art (A.E.I.O.U.)” oldukça iyi bir çalışmayken devamında gelen “Know Til Now” ise ritim bölümleriyle ve müzikal kimliğiyle birden devleşen şarkılardan olmuş. Ritmik elektronik düzenlemeler, basların çok dinamik ritimlerle daha detaylı ortaya çıkması bu albümün şarkılarının kimliğinde ön plana çıkan özelliklerden birkaçı. Çok fazla derin açılımlara girmeden eklektik bir biçimde oluşturulan bu albümün Jim James diskografisinde iyi bir yerlerde duracağı kesin. (B.Ö.)

State of the Art



Biblo – Moved EP / Æntitainment
Biblo, Proudpilot ile olan serüveni ve giderek hızlanan DJ’lik kariyeriyle takibinde olduğumuz Red Bull Music Academy mezunu Pınar Üzeltüzenci’nin hayatındaki tüm yaratıcı kesitlerden parçaları buluşturduğu şahsi oyun alanı. Ve Biblo’yu takip etmenin en zevkli yanı müzikal eğilimleri ve uzun/kısa vadeli ilgilerinin müziğini zaman içerisinde nasıl dönüştürdüğüne şahit olmak. İlk plağı On Ugliness’tan bu yana ambient, uçucu vokaller ve nazik gürültülerin şekillendirdiği parçalarını temelinde yatan akustik geçmişinin izlerini kaybetmeden giderek daha derin baslarla daha yoğun ve karmaşık ritimler ele almaya başladı. Öyle ki Biblo’nun ikinci uzunçaları Projection ve onu takip eden bir dizi EP ile geldiği yer –hâlâ onlardan çok şey taşısa da– akla Finli kadın folkçuları ya da lo-fi ambientçıları getiren bir yatak odası müziği değil, daha büyük salonlarda yankılanan ağır bir kulüp müziği. Bir dub/reggae DJ’i ve âşığı olarak bu türlere ilgisi her kayıtla daha da derinlere işliyor ve karşılığını bol tür göndermeli bir dub tekno olarak buluyor. Müziğin melankolik, atmosferik hâli ya da bolca kullanılan vokal sample’ları Holy Other, Balam Acab gibilerinin yumuşak ve salınımlı parçalarıyla kolay bir karşılaştırmaya neden olabilirdi ancak Biblo esas gücünü atmosfer ya da düşlerinden öte ince işçiliği ve ufak detayları yarattığı atmosferin içerisinde görünür kılmasından alıyor. Karanlık ya da melankoli müziğini yutmuyor ya da sırlarını saklamıyor; James Blake’le özdeşleştirilen bir “dans pistlerinde ağlama müziği” de değil bu, çünkü ortada çok daha nerdy bir işçilik ve fanatik müzik dinleyiciliğinin heyecanını hissettiren bir detaycılık var. Moved’un diğer Biblo EP’lerinden farkı, önceki işlerde yoğunluğu artıp azalan çeşitli eğilimlerinin hepsini barındıran bir kesişim noktası sunması: Güçlü ve mekanı yavaş yavaş dolduran baslar, soyutlaşırken havaya karışan vokaller, bazen bir filmden bazen çeşitli parçalardan alınan nokta vuruşu şeklinde sample’lar, akustik öğeler ve tekno aşığı dijital sürprizler... Laptop müziğinin kısırlaşıp formülize olduğu, düşlerin Tri Angle gibi en iyi kalelerinden birinin içerisinde bile basmakalıplaştığı bir dönemde Biblo’nun kendi sesini oluşturabilmesi kendini sürekli bir devinime adamasından ileri geliyor. Hattâ öyle ki bazen her kayıtla daha iyi kullandığı kendi sesine kapılmak bile yarattığı sürekli hareket hâlindeki ses dünyasına konsantre olmanın önüne hafif ve tatlı bir engel çekebiliyor. Mevzubahis devinimin birinci elden hissedildiği canlı performansları ve kayıtları bu hızla devam ederse İstanbul-Berlin arası yaşayan ve işleri yurtdışında giderek daha çok yankı bulan bu çok yönlü müzisyenle hem somut hem soyut anlamda daha büyük mekânlarda buluşacağız. (S.N.)