Bantmag

HAYATLARIMIZIN FİLM MÜZİĞİ YAZI ALEX MAZONOWICZ - ÇEVİRİ AYŞEGÜL ÜLDEŞ
MÜZİK VE DUYGULAR ARASINDAKİ ÖZEL İLİŞKİ PLATON’UN DEVLET’İNDEN BERİ TARTIŞMA KONUSU OLMUŞTUR…

Sirenler deniz gezginlerini cezbetmiş, nağmeler yabanî yaratıkları yatıştırmış ve baladlar adam ve kadınların kalbini kazanmıştır. Ama müzik teorisi dâhilinde saf müziğin (enstrümantal) insan duygularını bir resmin bir yüzü ya da bir şiirin bir hikâyeyi anlattığı gibi ifade veya taklit edip edemeyeceği çoğu kez tartışılmıştır. Müzik felsefesinin bu dayanağı Peter Kivy’nin harika kitabı Müzik Felsefesine Giriş’te ayrıntılı bir şekilde ele alınmıştır.

 

Geçen hafta eve, İngiltere’ye dönerken dinlediğim müziğin, müzikal sesler açısından oldukça gerçek bir duygusallıkla mekâna dair hatırlatıcılar yaratarak hafızamla ne kadar iç içe geçmiş olduğunu fark ettim. Örneğin, “Strawberry Fields Forever”ın giriş bölümü bana her zaman Liverpool’daki Lime Street İstasyonu’nu hatırlatacak. Melotron girişi (flüt setindeki) o kadar belirgin ki sesi melodiden ayırmakta zorlanıyorum ve bu yüzden herhangi bir albümde çalınan klasik bir melotron benim için her zaman Liverpool demek olacak. Aynı şekilde ilk Charlatans albümü ve yine buna bağlı olarak 80’lerin sonlarında Britanya’daki Baggy soundu gözümün önüne tarlalar getirir. Hayatımın o döneminde neredeyse kırsal alanda yaşıyordum.

 

Ticarî sanat alanında çalışan insanlar bu müzikal çağrışımın etkisinin yıllardır farkındalar. Başarılı reklam ve şov müzikleri milyon dolarlık reklam kampanyalarının bir parçası. Ama müziğin duyguyu yansıtma gücü bunun ötesine geçiyor. 1980’lerde Hollywood, bizi gerçek aşkın kudretli baladlar gibi olduğuna inanmamızı sağladı; ama çocukken aşk bana The Wedding Present’ın melankolik tıngırtısı ya da Belle and Sebastian’ın kederli “lo–fi”ı olarak geliyordu. Doğu Londra’daki üniversite yıllarımın pek sevdiğim beton konutları ise 2-Step ve UK Garage gibi. Ne zaman Frank Sinatra dinlesem, özellikle soğuk İngiliz kışlarında, uzun uzun içki içtiğimiz zamanları zihnimde tekrar yaşıyorum. Echo & The Bunnymen dinleyerek Cihangir’den eve doğru yürürken yeni cağrışımlar oluşuyor. Ve yeni keşfettiğim John Adams’ın post-minimalist işleri, bana sonsuza kadar 2012’nin son aylarında insanlarla karşılaşmamaya çalışarak geçirdiğim akşamları hatırlatacak.

 

Bu sene Jellyfish’in Splitmilk albümü çıkalı 20 yıl olacak. Bir eleştirmen olarak albümü sadece 60’lı ve 70’li yılların, deyim yerindeyse, psikedelik ve power pop öykünmesi olarak değerlendiriyorum. Fakat Splitmilk en çok dinlediğim albümlerden biri, çünkü bana sadece, 15 yaşındayken arkadaşlarımla sınavlara çalıştığımız (aslında çalışmaktan çok dalga geçip, gözlerimizden yaşlar gelene dek güldüğümüz) belli bir akşamüstünü hatırlatıyor. En zor zamanlarda bile güzel hatıraları geri getirmeyi garantileyen herhangi bir albüm, CD rafınızda bir yeri hak ediyor. Sadece o zamanlar U2 dinlediğimize mutluyum.