Bantmag

UYANDIRDIĞI İLGİ GEÇTİĞİMİZ YILLA SINIRLANAMAYACAK KADAR ÖZGÜN BİR YAPIM OLAN TABU, SEYİRCİYİ SONLANMAKTA OLAN BİR YAŞAMIN "OLASI" GENÇLİĞİNE GÖTÜRÜRKEN SİNEMANIN ESKİ ZAMANLARINA, YÖNETMENİN TABİRİYLE SİNEMANIN GENÇLİK DÖNEMİNE DAİR BİR ÜSLUBUN PEŞİNE DÜŞÜYOR.

 

TABU

 

‘’Kayıp Cennet’’ ve ‘’Cennet’’ isimli iki ana bölümden oluşan Tabu, Afrika’ya gelmiş bir gezginin kendini timsahlara yem ettiği ayrıksı bir prologla açılır. Bu girizgâhın ardından günümüz Lizbon’una evrilen görüntüler bizi yalnız yaşayan orta yaşlı bir kadın olan Pilar’la tanıştırır. Hayatını, çevresindeki yaşamlar üzerinden kurgulayan Pilar’ın sık sık sinemaya gitmek, ressam kuzeniyle sohbet etmek, eğitim için ülkeye gelen yabancı öğrencilere evini açmak gibi uğraşlarla döngülediği rutinin en belirgin parçasını ise kumar tutkunu yaşlı ve geçimsiz komşusu Aurora oluşturmaktadır.

 

Eli ayağı olan hizmetçisi Santa ile yaşayan Aurora'nın rahatsızlanıp hastaneye kaldırılmasıyla yeni bir yola giren film yaşlı kadının hasta yatığındaki sayıklamalarının ardından Pilar’ı, Ventura isimli, kimsenin tanımadığı bir adamı aramaya iter. Tez canlı ve gürültücü bir kadın olmasına karşın geçmişine dair çok az şeyi paylaşan Aurora, anlatıcısı Ventura olacak beklenmedik bir hikâyenin ana karakteri hâline gelir. Aurora'nın ölerek, Pilar ve Santa'nın birer dinleyici olup aramıza katılarak sahneden çekildiği, yerlerini Ventura'nın hayalindeki Aurora'ya bıraktıkları büyük bir aşk hikâyesinin, 1960'lı yılların Mozambik'inden bir Cennet hikâyesinin…

 

Ventura’nın üst sesinden anlatılanları dinlerken varlıklı eşiyle Tabu isimli bir dağın yakınındaki lüks bir malikânede yaşayan genç ve alımlı Aurora vardır artık karşımızda. Zamanının büyük bir kısmını avcılıkla ve ev partileriyle geçiren Aurora'nın tehlike arz eden tutkuları bahçesinde timsah beslemekten ibarettir. Ta ki kocasının yakın arkadaşlarından birine âşık olana kadar... Ventura’yla yaşadığı yasak ilişkiyle birlikte; imkânsız bir aşkın genç çifti tüketişine ve maruz kaldıkları çözümsüzlüğe hapsoluruz. Saklandıkça cinayete kadar varan daha büyük kötülükler doğuran bu yok edici ilişkinin, kahramanlarının hayatının kalanını kaybedilmiş mutluluklara adanan bir matem hâline getirişine tanıklık ederiz.

 

Miguel Gomes bir yandan çok gerilerde kalmış, timsahların sinsi bakışlarıyla gözlemlediği ve yaşlı bir adamın sayıklamaları olarak da okunabilecek; gerçekliğinden ziyade anılardan süzülüşünün önem taşıdığı bir aşk hikâyesi anlatırken, bunu konumlandırdığı mekânla da oldukça şey söylüyor. Zira beyaz insanın büyük derdini de oluşturan bu büyük aşkın öte tarafında, bir sömürge ülkesi olan Mozambik ve temsil ettiği yaralar içinde koca bir kıta yer alıyor. Gomes, beyaz insanın ‘’cennetinin’’ yerliler için ne ifade edebileceğine dair referansları filme yerleştirerek düşündürmeye çalışıyor. Cennet bölümünü izledikten sonra prolog sahnesinin keskin ironisi daha da ortaya çıkmış oluyor.

 

Kayıp Cennet bölümünü 35 mm, Cennet bölümünü ise 16 mm ile çeken Gomes, Tabu’yu çekerken konusundan ismine kadar beslendiği F.W. Murnau'nun klasikleşmiş aşk filmlerine yönelik bir öykünmeyle Ventura'nın anılarını görselleştirirken, bir yandan da sessiz sinema estetiğini yorumluyor. Üst ses dışında bir konuşma içermeyen, ortam seslerinin alçalıp yükselerek ses bandını şekillendirdiği, peliküle dışarıdan müdahalelerin yapıldığı, naif ve etkileyici bir anlatım dili tutturuyor.

 

JEUX INTERDITS

 

Afrika fonunda izlediğimiz bu yasak aşk hikâyesinden Avrupa'ya, 2. Dünya Savaşı ortasındaki Fransa'ya, acıların dindirilebilmesi için elzem olan oyunların anlatısı olan 1952 tarihli Jeux Interdits filmine gidelim.

 

François Boyer’in aynı isimli romanından René Clément yönetmenliğinde sinemaya uyarlanan Jeux Interdits’te merkezinde, çocuklukları, İkinci Dünya Savaşı’nın tüm dünyaya dehşet saçtığı yıllara denk gelen Paulette ile Michel’in aşk ve arkadaşlık ekseninde gelişen dokunaklı hikâyesi anlatılır…

 

Nazi saldırısından kaçan bir grupla ilerlerken ebeveynlerinin ve küçük köpeğinin ölümüne şahit olan Paulette daha ölümün ne demek olduğunu idrak edemeyecek kadar küçük bir yaştadır. Kafiledekilerden birinin, öldüğü için nehre fırlattığı köpeğini bulmak için nehri takip ederken yolu, kendinden ancak birkaç yaş büyük olan Michel’le kesişir. Kısa sürede “kaybettiği her şeyin” yerini alan Michel ve yoksul ailesiyle yaşamaya başlayan küçük kızın istediği ilk şey köpeği için bir mezar yapmaktır. Köyün kullanılmayan değirmenini mezarlık hâline getiren çocuklar, bu sefer de yalnız kaldığında üzüleceğini düşündükleri köpeğin yanındaki mezarları doldurmak için başka ölü hayvanlar aramaya başlarlar.

 

Michel ve Paulette için bu mezarlık hem en büyük sırları hem de onları mutlu eden tek şey hâlini alır. Paulette bu çocuk mabedine gelen her yeni sakinle mutlu olurken onu daha çok mutlu etmek isteyen Michel ölümün bu kadar yakın ve olağan olduğu bir dünyada, yaşayan hayvanları öldürmekten bile sakınmaz. İhtiyaçları olan son şey ise bu hayvan mezarlığını en az bildikleri diğer mezarlıklar kadar gösterişli bir mâbede dönüştürecek, kiliseden ve insan mezarlarından çalabilecekleri haçlardır.

 

Çocuklar ve bir çeşit oyun alanı hâline getirdikleri hayvan mezarlığı arasındaki duygusal ilişki, filmdeki yetişkin karakterler aracılığıyla açığa vurulan insan-din bağıntısına eşlenebilir. Bu anlamda, yüzleşmekten kaçınılan korkuları ve suçluluk hissini geçiştiren mezarlıkları, zor durumlarda dualarla savuşturulan endişelerin eleştirel bir ifadesi olarak yorumlamak mümkün. Nitekim mezarlığın bir diğer işlevi de kaybedilmesinden korkulan şeylerin hapsedilerek sonsuzlaştırılması, yani mutluluğu metalarla sabitlemeye çalışmak, acı veren kayıpları reddetmektir. En nihayetinde ikilinin yasak oyunlarla kurdukları dünyaları ifşa olup yıkıldığında Paulette askerler tarafından bir yetimhaneye götürülmek istenince Michel de bu acıyı reddedecek; ondan kalan tek ‘’somut’’ şey olan kolyeyi değirmendeki gizli mezarlığa gözcülük eden baykuşa zamanın ötesine taşıması için kendi duygularıyla beraber devredecektir.

 

Her iki filmde de çiftlerin onaylanmayan ilişkilerinin tek şahitleri olarak yeryüzünün en uzun süre yaşayan hayvanlarından timsahın ve baykuşun konumlandırılması filmlerin zaman algısıyla kurdukları ilişki bakımından yeni anlam kapıları aralar. Aurora’nın evinin bahçesinde beslediği ve yasak aşkının tek sırdaşı olan timsah aynı zamanda yargılayıcı bakışları ve etkisi hafiflemeyen pişmanlığı simgeler. Tünediği değirmende çocukların gömdüğü ölüler için hem nöbet hem yas tutan baykuş ise Michel'in hüznünü sonsuzluğa taşıyarak filmdeki tek soyut ölümsüzleştirme çabasına elçilik eder.

 

Gizlenen ve belleğin kurguladığı şekliyle yorumlanan yaşamları, eleştirel bir tavrın okunabildiği mekân ve zaman seçimleri ile sunan iki film de katmanlı yapılarına ikili ilişkilerin mahremi üzerinden yön verir. Hayatla baş etmenin yolunun ancak tek bir insanla kurulabilmiş gizli anlarda saklı olabileceğini, zamanın yok ettiği her şeyin belleklerde de olsa tekrar tekrar yaşanabileceğini, ölümsüzlüğün yalnızca hafızaya bahşedilebileceğini fısıldarlar.