






NICK WATERHOUSE 2012'DE ÇIKARDIĞI “TIMES ALL GONE” ALBÜMÜYLE UZUN ZAMANDIR DUYMADIĞIMIZ BİR SESİ, BEKLENMEDİK CANLILIKLA SUNUYOR.
Güney California'da doğup büyüyen Waterhouse, küçük yaşta R&B ve blues albümlerine sarmış, şimdi de o albümlerde duyduklarını aynı atılganlıkta, kendine özgü bir şekilde geri sunuyor. Alıştığımız trompetli, nostalji yüklü kayıtlardan daha dürüst bir yerden geliyor Waterhouse'un sesi. İlk albümü Time’s All Gone ile de büyük bir dinleyici kitlesini peşinde takmış durumda. Nick Waterhouse, turnesinin ortasında kendini evde bulmuşken, büyürken dinlediği müzikleri, DJ kültürünü, rock klişelerini, çıkış albümüni ve prodüktörlüğünü üstlendiği arkadaş grubu the Allah-Las'ı Bant Mag.’la.
“BEN ERGENLİK ÇAĞINA GELDİĞİMDE PUNK ROCK’UN YIPRATICILIĞI ORİJİNALLİĞİNİN ÖNÜNE GEÇMİŞTİ.”
Şu anda Los Angeles'ta mısın?
Evet, evdeyim. Gerçekten biraz garip. Oturup düşünüyordum, üst üste evde olduğum (aslında bu hafta üç günlüğüne Chicago'ya gittim), uzun zamandır verdiğim ilk ara bu ve biraz kafamı karıştırıyor. Birşeyler yapmam gerekiyormuş gibi hissediyorum. Bundan önce hayatım çok rutindi, o yüzden bolca boş vaktimin olması biraz tuhaf oluyor.
Okuduğum kadarıyla annenle baban bayağı bir müzik hayranıymış. Neler dinleyerek büyüdün? Dinlediklerin zamanla nasıl değişti?
Bu kısmen doğru. Yani annemle babam kesinlikle sık sık müzik çalardı, ama büyüdükçe müziğin benim için onlara olduğundan daha çok şey ifade ettiğini anladım. Sanırım çocukken müziği beni yetişkinlerin dünyasına bağlayan bir şey olarak görüyordum. Yetişkinlerin duygularını anlamamı sağlayacak bir şey gibi... Tabiî bunların hepsi kuramsal şeyler ve zamanında bunları düşünmüyordum, ama galiba annemle babamın dünyasını gerçekten anlamak istiyordum ve bunun için bana en çok hitap eden şey, insanları anlamak için, müzikti. Mesela en erken çocukluk anılarımdan bir tanesi, üç, dört yaşımdayken babamla Rolling Stones'un “Get Off My Cloud”unun ne anlama geldiğini konuşmaktı. Büyürken Van Morrison, John Lee Hooker, Springsteen, Tom Petty’i epey duyduğumu hatırlıyorum. Karışık bir seçkiydi. Annem bolca country dinlerdi. Ama büyüdükçe ve ciddîleştikçe anladım ki, onlar aslında öylesine müzik dinleyicileriydi. Ergenliğe girdiğim zaman, ki bu yola atılacaksanız bence bunu o zaman fark etmeye başlıyorsunuz, bazı şeylerin bana normal insanlardan daha fazla şey ifade ettiğini anladım. Kendimi duyduğum şeyleri etkilemiş olan farklı müzisyenler hakkında daha fazla bilgi edinmek isterken buldum. Bir de bahsetmediğim bir şey, babam büyük bir punk rock’çıydı. 70'lerin sonlarında Güney California'daki hardcore sahnesinin içindeydi – The Middle Class, The Crowd, Black Flag ve Circle Jerks gibi gruplar. Bunların hepsi Güney California'dan gelen bir çocuk olarak kanıksadığım isimler. Ben ergenlik çağına geldiğimde punk rock'un yıpratıcılığı orijinalliğinin önüne geçmişti. Ben de acımasızlık ile yüzeysel bir isyandan çok, R&B'ye ve duygu derinliğiyle ilgili müziklere merak sarmaya başladım.
“14 YAŞLARINDAYKEN INDIE ROCK ORTAMINDAYDIM VE O TÜRDE ŞARKILAR YAZMAYA ÇALIŞIYORDUM, AMA TAM DA BANA GÖRE DEĞİLDİ.”
İlk şarkı yazmaya ne zaman başladın? Senin için bu süreç nasıl değişti?
Sanırım hep deniyordum. Çocukken bir şeyler uyduruyordum. Yedi, sekiz yaşlarımda kendi kendime ufak şarkılar söylediğimi hatırlıyorum. Ama 13-14 yaşlarına kadar ciddî bir şekilde yazmaya çalışmadım. O zamanlar zevklerimle, beni etkileyen şeylerle beraber her şey yön değiştirdi. Bunu bir sürü insanla ilgili okursunuz, benim için büyük bir ilham kaynağı olmuş Dan Penn'le ilgili bunu okuduğumu hatırlıyorum: önceleri sadece başkalarının şarkılarını, tek bir akor değiştirerek, yeniden yazmaya çalıştığını anlatıyordu. Ben de 14 yaşlarındayken indie rock ortamındaydım ve o türde şarkılar yazmaya çalışıyordum, ama tam da bana göre değildi. 14-15 yaşındayken bir karışık kasetim vardı, üstünde garaj rock, blues, eskilerden birşeyler vardı ve yavaş yavaş bu forma ilgi duymaya başladım. Bu benim için büyük bir değişiklikti ve çok önemliydi. Şarkılarım, başkalarının kıyafetlerini üstüne denemekten, daha çok duygu ve form saflığına yönelmeye başladı.
San Francisco'dayken, Rooky Ricardo's Records'daki deneyimlerinin sende nasıl bir etkisi oldu? Hem genel olarak müziğe, hem de kendi müziğine olan yaklaşımını etkiledi mi?
Evet, kesinlikle, etkiledi. Benim için bir dönüm noktasıydı, çünkü bana yeni bir bakış açısı verdi. Beni başkalarının fikirleriyle, yorumlarıyla ve müziğin etrafındaki hareketle karşı karşıya getirmekle kalmadı, aynı zamanda müziği yaşayan, nefes alan bir olgu olarak anlamama yardım etti. Birçok müziği benim için mezardan çıkardı. Bir de müziğin canlılığını ve toplu bir deneyim olarak müziği anlamama yardımcı oldu. Bu şekilde düşünmesi biraz garip, ama müzik, toplum deneyimi olmaktan biraz uzaklaştırıldı ve akademikleştirildi gibi. Popüler müziğin sindirilişi etrafında dönen bir kültür var ve bu bana biraz komik geliyor. Tüm bu süsleri çıkardığın zaman, müzik hakkında düşündüklerimin, nasıl yapmak istediğimin, dinlemek istediğimin, nasıl bulup satın almak istediğimin altını çizmeme yardımcı oldu.
Bize biraz The Distillery'deki ortamdan ve Mike McHugh'la çalışmaktan bahsedebilir misin? Seni orada kaydetmeye çeken neydi?
Beni orada kaydetmeye çeken bir numaralı şey koşullardı. Oraya çok yakın bir yerde büyüdüm ve 16 yaşındayken oraya götürüldüm. İlk grubumdaydım, bayağı çalıyorduk ve üniversite radyosunda program yapan Chris adlı biri, programında çalmak için bir canlı kayıt yapmamızı istedi. Bize “Distillery'e gitmeniz lazım, sizi oraya göndereceğim,” dedi. Sanırım Mike'ın, Chris denen adamla bir anlaşması vardı. Biz de bu canlı radyo kaydı için oraya gittik ve resmen ağzım açık kaldı. Tutankamun'un mezarının yerel bir marketin altına kazılması gibiydi. O kadar iddiasız bir yere giriyorsun ve bir anda, orada artık bir seçenek olmadığını düşündüğün, dünyalar dolusu şey karşına çıkıyor. Çünkü 2002 senesiydi ve müzik yaptığını bildiğim herkes Guitar Center/Pro-Tools tarzında çalışıyordu. Bilemiyorum, benim için can yeleği gibiydi, ben de üstüne atladım ve bırakmak istemedim. Tüm boş vaktimi orada geçirdim, kayıt yapmadığım, müzisyen olmadığım zamanları bile. Uzun bir zaman boyunca da durum öyleydi. O ortamda o kadar rahat olmasaydım, muhtemelen albümümü yapmazdım. Şimdi orası artık yok, bir mülteci gibiyim.
Evet, bunu okumuştum. Ve o yüzden kendi yerini başlatacağını da.
Evet, bu aralar bunun planlarını yapıyorum, ama öyle bir şey ki, çok zor. Ama tek seçeneğim kendi yerimi yapmak gibi görünüyor.
Peki albümün Time's All Gone'ın aldığı tepkiler, başarısı ve hakkında konuşulanlarla ilgili neler hissediyorsun?
İyi hissediyorum. Bir albüm yaptığın zaman, onunla yapacağın her şeyi bitirmiş oluyorsun. O yüzden albümün bu sosyal hayatını, “yaşam sonrası” olarak algılıyorum. Bu kadar insanın albümü fark etmesi, dünyaca başarı elde etmesi konusunda kendimi çok şanslı hissediyorum. Bazı insanlar ne yaptığımı anlıyor, bazıları da müzikten kendi anlamlarını çıkarıyor, ama tüm olay da bu zaten: Bir şeyi dünyaya getirmek ve onu kendi garip gidişatına bırakmak. Ben gerçekten bir kayıt olarak Time's All Gone'ın yanında duruyorum; belli bir ânın kaydı olarak. Resmî olarak kayda ilk geçtiğim şey. Fikirlerim tabiî ki o zamandan beri gelişti, ama bir albüm yayınlayınca böyle oluyor.
“ROCK BASINI, DÜŞÜNCE YAZILARI, BLOGLAR, BUNUN GİBİ ŞEYLER BANA ÇOK AZ ŞEY İFADE EDİYOR.”
Peki, albümünün bu “yaşam sonrası” süreçte, belli bir retro stille özdeşleştirildi. İnsanların kendini gerçekten bu şekilde ifade ettiğini anlamakta zorlanması seni şaşırttı mı?
Şaşırmak değil de...hafif bir hayal kırıklığıydı. Pop kültürünün dünyasına girdiğin zaman ve işinde çok kişisel bir yerden geldiğin zaman, hiç kimsenin hayatındaki renkler aynı olmuyor ve insanlar şüphesiz kendi sonuçlarına varıyor. Yapabileceğin tek şey kendi kendine referans olabileceğin bir dünya yaratmaya çalışmak. Şımarık değilim ve “İnsanlar beni anlamıyor!” deyip ellerimi havaya da atmıyorum. Bunun için çalışmak lazım. Mesela Tom Waits gibi birine baktığında artık herkes bunu anlıyor, veya The Rolling Stones. The Rolling Stones'un kendi yol haritası var. Bir rock grubunun tanımı olmaları artık kanıksanmış bir şey. Ama ilk çıktıkları zaman, insanlar onların da her yaptığını anlamıyordu. Toplumla yaptığın iş arasında bir lisan, bir diyalog oluşturmak, zaman alan bir şey. Ama, yani, Nike Dunks giyen biriyle karşılaştırılmak hiçbir zaman pek de takdir edeceğim bir şey değil.
Daha önce, seninle aynı zamanlarda San Francisco'dan çıkan gruplardan çok, kendini DJ camiasına daha yakın hissettiğini söyledin. Bunun sebebi nedir? Müziğe farklı bir yaklaşım mı?
Evet, yani, dans müziği bu. Komik olan şu ki, böyle bir ayrımda bulunmak istemiyorum; bir müzik dans etmek için, diğeri düşünmek için, gibi… Bunun daha çok San Francisco'da konserlere gitmediğim için olduğunu düşünüyorum. Sürekli Thee Oh Sees'i görmeye giden arkadaşlarım yoktu. Bence rock müziğine ilginç bir yaklaşımları olan, çok yetenekli bir grup, ama gerçek şu ki rock kültürüyle özdeşleşmiyorum. Rock basını, düşünce yazıları, bloglar, bunun gibi şeyler bana çok az şey ifade ediyor. Ben sekiz yıl boyunca haftada üç dört gecemi barlarda ve kulüplerde, DJ olan arkadaşlarımla geçirdim: Primo Pinto, Cat Fancy, Matthew Bonar gibilerle... Tüm bu insanlar San Francisco'da geceler düzenliyordu. 2000'lerin başında, indie rock adamlarının 60'ların pop müziğini çalmaya başladığı belli bir kültür vardı, ironik olarak bir hırka giymek gibi. Ama bu bahsettiğim insanlar ciddîydi ve bu müziğe ciddî olarak yaklaşıyorlardı. Fazla ciddî değil tabiî, ama müziğe saygı duyuyorlardı ve önemli olan herkesin hakkında heyecanlanabileceği bir kayıt bulmaktı; playlistini iyileştirmek, başkalarının bulamayacağı şeyleri bulup çalmak. DJ kültüründe buna bayılıyorum ve ilk 45'liğimi de onlar için yaptım. O 45'liğin eBay'de o kadar yüksek fiyatlara satılması da bu yüzden oldu. DJ'ler bunu çalmak istiyordu. Ben, ben olmasam, ben de isterdim. Benim için bununla alâkalı; müziği yüksek, edebî bir sanat formu olarak almamayı kabul etmek. Tabii müzikte bunun da bir yeri olduğunu düşünüyorum, ama modern pop müziği çok entelektüel ve özel. DJ kültürü bunun tam tersi.
“HEPİMİZ MÜZİKTEKİ AYNI TINILARA SEMPATİ DUYUYORUZ, AMA SENİNLE AYNI ŞEYLERİ İFADE EDEN, HİSSEDEN, AYNI ŞEYLERE DİKKAT EDEN BİRİLERİNİ BULMAK O KADAR GÜÇ Kİ…”
Dinlediğin ve sonuç olarak yaptığın müzikte seni çeken nedir?
Bu neden birine âşık olduğunu sormak gibi. Ne olduğu konusunda çok belirli olmak zor. Ama sanırım bu müzik hem dolaysız, hem de aynı zaman biraz anlaşılması zor. Yani hissi çok soyut, ama sunumu belirgin, tam A'dan Z'ye olabiliyor. Çok basit, ama aynı zamanda karmaşık. Sanırım benim ilgimi devam ettiren de bu.
The Allah-Las ile ne zaman ve nasıl tanıştın? Albümlerinin prodüksiyonunu yapma işi sana nasıl geldi?
Grubun bateristi Matt ile San Francisco'da üniversitede beraberdik, ilk yılımızda tanıştık. Aynı arkadaş grubundaydık ve bir ara beraber müzik yaptık. Aslında Matt bir enstrüman çalmıyordu. Ben çok kısa süreli, başarısız, model gruplarımdan bir tanesini oluşturmaya çalışıyordum ve Matt o grupta tef çalıyordu. Daha sonra ben İngiltere'ye okula gittim ve o Los Angeles'e geri taşındı, ama kopmadık. Sanırım bundan iki buçuk, üç yıl önce Los Angeles'te ziyaretteydim ve Matt, bana arkadaşlarıyla başlattığı yeni projesinden bahsediyordu (the Allah-Las) ve ilk konserlerinden birini çalacaklardı. Bir gitme mecburiyeti hissettiğimi, kız arkadaşıma “Arkadaşlarımın grubunu görmeye gitmem lâzım,” diye söylendiğimi hatırlıyorum. İçeri girdim ve... Sanki benimle aynı duyarlılık derecesinde titreşiyorlardı. Daha başka nasıl ifade edebilirim bilmiyorum. Hepimiz müzikteki aynı tınılara sempati duyuyoruz, bu neredeyse konuşulamayacak bir şey. Ama seninle aynı şeyleri ifade eden, hisseden, aynı şeylere dikkat eden birilerini bulmak o kadar güç ki. Bu adamlar da müzikleriyle aynen bunu yapıyorlar. Ben o aralar “Some Place” 45'liğimi yapmak için PRES'i başlatıyordum ve onlara düpedüz, “Bunu sizlerle yapabileceğimi biliyorum; albümünüzün sesinin nasıl yapılması gerektiğini biliyorum” dedim. Çok isteklendim ve kaderin bunu benim önüme serdiğini, ne olursa olsun yapmam gerektiğini hissettim. İşler böyle başladı! Bunu birlikte yapacağımızı biliyordum ve bu şekilde, San Francisco'da, onların Güney California dışındaki ilk konserlerini ayarladım, onlara katıldım. Uzun zamandır bir aile arıyordum, müzikal bir aile. Hepsi o aralarda gerçekleşti. 2010 sonu, 2011 başları. Hem Allah-Las'ın albümü, hem de benim albümüm üzerinde çalışıyorduk.
Baharda Avrupa'ya gidiyorsun sanırım. Turnede olmak hoşuna gidiyor mu?
Evet! İlk başlarda biraz zor bir uyum süreci oldu, ama grubum artık bir takım gibi. Her şey oturduğu ve olmasını istediğim bir şekle büründüğü için o kadar mutluyum ki! Farklı yerlerdeki tepkileri görmek çok güzel, benim için çok ilginç bir şey. Primavera Festivali için çok heyecanlıyım, gerçek bir deneyim olduğunu duydum. Bir de Almanya'ya, Hollanda'ya ve İtalya'ya gideceğim. İtalya'da daha önce çalmadım, ama Almanya ve Hollanda'da ciddî bir kitlem var, o yüzden bu sefer oradaki konserlerin nasıl geçeceğini görmek için sabırsızlanıyorum. Ayrıca bu sefer tüm grubumla gidebileceğim. Şimdiye kadar buna param yetmiyordu.
Peki turneden sonraki planların neler?
Aslında şu anda yeni bir albüm üzerinde çalışıyorum ve bu yıl, kasım, aralık aylarında hazır olacağını umuyorum. Bir de The Allah-Las'la beraber yeni materyal üzerinde çalışıyoruz. Martın ilk haftasında stüdyoya gireceğiz. Bayağı yoğun olacağım yani. Her şeye adım adım yaklaşıp, buradan edindiğim ivmeye ekleyerek devam edeceğim.