Bantmag

22 ARALIK 2012 GÜNÜ, GARAJ İSTANBUL’DA, TUHAF BİR ŞEKİLDE YETERİNCE DOLU OLMAYAN BİR SALONA ÇALMADAN HEMEN ÖNCE, SPIRITUALIZED’IN JASON PIERCE’I İLE BÜYÜK LONDRA OTELİ’NDE OTURDUK VE YAYLILAR, SESLER VE ALBÜM YAPMAYA DAİR BİR MUHABBET ÇEVİRDİK. GRUP YEDİNCİ STÜSYO ALBÜMÜ “SWEET HEART SWEET LIGHT”I GEÇTİĞİMİZ NİSAN AYINDA YAYINLAMIŞTI…

 

Spiritualized buradaki konserde, Noel tatiline denk gelmesi sebebiyle normalden daha az kalabalık bir ekiple sahnedeydi. Ama bu durum, imzası hâline gelmiş gospel ve uzay etkili drone’larla Garaj İstanbul’u doldurmasına mani olmadı. Birkaç eski parçanın yanısıra iki yepyeni parça da çaldı ve geceyi Noel marşı hâline gelmiş “Silent Night” parçasının bir versiyonuyla kapattı. İşte Jason Pierce’ın gezgin muhabir Daniel Rosinsky-Larsson’a konserden önce anlattıkları…

 

Konser alanının büyüklüğü müziğinizi etkiliyor mu?

Festivallerde birçok şeyden taviz veriliyor, ama herkes asıl paranın festivallerde olduğunu düşünüyor. Konser deneyimi sadece gruplar için değil, seyirci için de etkisini kaybediyor, çünkü “rock’n’roll böyle bir şey” diye düşünüyorlar ve müzik anlamını yitiriyor, birliktelik duygusu baskın çıkıyor. Kulüpte konser izlemeye benzemiyor.

 

Daha küçük konserleri tercih ediyorsunuz sanırım.

Hayır, bizim konserlerimizi tercih ediyoruz. Seyirciyle karşı karşıya olduğumuz, bütün deneyimin bundan ibaret olduğu konserlerden söz ediyorum. Festivallerdeyse seyirciyle aramıza çok fazla etken giriyor. Yani festivaller aslında insanlarla, birlikte yaşadıklarımızı ve topluluğumuzu görmekle ilgili. Festivallerde seyircinin katılımı fazla önemli oluyor; herkes şarkılara eşlik etmek istiyor. Komünal bir şey bu, ama bazen hangi şarkıya eşlik ettikleri bile umurlarında olmuyor. Öyle konserler bizim için çok muğlak geçiyor. Bugün vereceğimiz performans da, konser alanı da daha gerçek, o yüzden tercihim bundan yana. Ancak Noel yaklaştığından biraz şanssızız, ama önemseyenler geleceklerdir.

 

Son albümde Amiina ve Dr. John’a yer verdiniz.

Dr. John’a yer vermedik, ortak bir çalışmaydı. O şarkıyı çok önce birlikte yazmıştık, 10 yıl kadar önce olabilir; ya da en azından şarkının temelini yazdık, ben de albümde bunun üzerinde oynadım.

 

Amiina ile nasıl bir araya geldiniz?

İyi kızlar. İzlanda’da bir konserim vardı, yaylılar olarak da onlar geldiler. Gospel şarkıcıları ve yaylı gruplarıyla akustik konserler veriyordum ve yanıma birilerini almaya param yetmiyordu, o yüzden  gittiğim yerlerdeki müzisyenlerle çalıştım. Gittiğimiz her şehirde farklı yaylı grupları, farklı bir koro gerekiyordu. Akşamüzeri otel odalarında prova yapıp, geceleri konser veriyorduk. İzlanda’ya gittiğimde o kızlar geldiler, ve diğer dörtlülerden çok farklıydılar. Sanırım pop müzik çaldıkları için zamanlamaları ve tarzları birlikte çalıştığım kimseye benzemiyordu. O yüzden albümü kaydederken geri dönüp onlarla kaydetmeye karar verdim. İyi de anlaşıyorduk…

 

Müziğe ekledikleri bir şeyler oldu mu? Bir şarkıda müzikli testere kullanmışsınız galiba.

Evet, kızlardan biri testere çalıyor, adını şu an hatırlayamadım... Müzikli testere çalmak inanılmaz zor bir şeydir, insanlar sadece testere eğip bükülüyor sanıyor ama testereyi eğip sonra eski hâline getirmek gerekiyor. Zaten o kız da kaydın sonunda sert, İzlandaca bir İngilizceyle, “Lütfen artık testereyi çalmayı bırakabilir miyim, elim acıyor” demişti. Çok uzun, yorucu bir gün geçirdiler ama kaydı tamamlayabildik. Çok iyiler bence. Klasik müzik çalmıyorlar. Tabiî ki daha önce klasik müzik eğitimi almışlar ama uzun süredir pop müzik çaldıklarından, çok yalın bir üslûpları var.

 

Bir de Amerikalı üç kız buldum. Akustik konserler için turnedeyken tanıştığımız insanların arasından seçtik. Bu kızlar da pop şarkıcısı, hattâ aralarından biri Disney’in seslendirmelerini yapıyor. Ray Charles’ın şarkıcı kızları gibi bir şey oldu. Büyük ihtimalle çoğu insan aradaki farkı algılayamıyor, sıradan yaylılar, insan sesleri duyuyor, ama bu albümde biraz farklı şeyler yaptık, ki önemli olduğunu düşünüyorum.

 

“ŞİMDİ GERİYE DÖNÜP BAKINCA BELKİ DE O ARALAR ÇEKTİĞİM ACIDAN UZAKLAŞMAK İÇİN BİR POP ALBÜMÜ YAPTIĞIMI DÜŞÜNÜYORUM. NEŞELİ, PARILTILI BİR ALBÜM YAPARSAM ISDIRABIMIN HAFİFLEYECEĞİNE DAİR BİR İNANCIM VARDI…”

 

Daha önce her şarkının diğerlerinden bağımsız durabileceği bir albüm yapmaktan bahsetmiştiniz.

Pop albümü yapmak istedim; Iggy Pop’un Kill City’si ya da Serge Gainsbourg’unkiler gibi. Çok fazla müzik, belli bir tarzın arkasına saklanıyor. Yani distorsiyonlu veya psikedelik sesleri seviyorsanız, bu tarz müziğin alışılmış seslerinin arkasına saklanabilirsiniz. Pop müzik yapmak derken kastettiğim, her şarkının kendi başına güzel olmasıydı. Şarkıları birşeylerin içinde yitirmeyecektim... Yani çok net şarkılardı, Captain Beefheart’ın Clear Spot albümünün veya Kill City’nin bu özelliğinden bahsediyorum. Ancak albümü yaparken Hepatit oldum ve tedavi olmam gerekti. Epey zor bir zamandı. Şimdi geriye dönüp bakınca belki de o aralar çektiğim acıdan uzaklaşmak için bir pop albümü yaptığımı düşünüyorum. Neşeli, parıltılı bir albüm yaparsam ıstırabımın hafifleyeceğine dair bir inancım vardı. Şu an bu konuda konuşmak çok garip geliyor, çünkü albümle aramda bir bağ hissetmiyorum, artık onu yaptığım şartlarda yaşamıyorum. İşin garibi, şimdi de elimde çok sevilen bir albüm var, önceki birkaç albümden daha çok sevilen bir albüm. Bu duruma hayret ediyorum.

 

Albümü canlı çalarken daha güçlü bir bağ hissediyor musunuz?
Evet çünkü yaklaşık bir yıldır bu albümü çalıyoruz, artık daha mantıklı geliyor. Ama büyük ihtimalle şartlar farklı olsaydı albümü de farklı yapardık. Hayat böyle bir şey sanırım. Hem şimdi grup harika bir hâl aldı, bir sonraki albümle ilgili yeni fikirlerim var. Şimdiden 3-4 tane yeni şarkı üzerinde çalışıyoruz.

 

Canlı performanslarınızda ortaya yeni şeyler çıktı mı?

Son albümlerde önce fikirler aklıma geldi, sonra kayıtları bu fikirler etrafında oluşturdum. Galiba daha basit bir yönteme dönmek istiyorum: şarkıyı yapıp, prova edip, kaydetmek istiyorum, ki bu çok eski moda bir yöntem. Beatles böyle yapıyordu, Rolling Stones böyle yapıyordu, yani benim keşfettiğim yeni bir tarz falan değil. Ama böyle bir albüm yapmam gerek. Son birkaç albüm, özellikle de sonuncusu, önceden tasarlanmıştı. Hepsini bir odada tek başıma kaydettim.

 

Bu albümü konuşmaktan sıkıldınız mı?

Burada oturmuş “Tanrım, yine bu albümle ilgili konuşuyorum!” diye düşünüyorum…

 

“MÜZİĞİN HER ZAMAN GERİYE DÖNÜK OLMASINI, İNSANLA ‘GEÇMİŞTEKİ GÜZEL ANLAR BUNLARDI’ HİSSİNİ YARATMASINI SEVMİYORUM…”

 

Eski işlerine dönmek fikri sizi cezbediyor mu? Birkaç yıl önce turnede Ladies and Gentlemen We Are Floating in Spacei çaldınız.

Bir şey diyeyim mi, o konserler hayatımın en kötü konserleriydi. Zihinsel açıdan yani. Müzikle ilgili düşüncelerimi epey değiştirdiler. Müziğin her zaman geriye dönük olmasını, insanda “geçmişteki güzel anlar bunlardı” hissini yaratmasını sevmiyorum. Bu konserlerde benim de bunu yaptığımı, bu kadar nefret ettiğim bir düşünce tarzıyla hareket ettiğimi fark ettim ve büyük hayal kırıklığına uğradım. Ama sonra, hırsımızdan olacak, harika konserler verdik; iki orkestramız, iki koromuz vardı, olağanüstü konserlerdi. Bu konserlerden daha iyisini yapmak çok zordu. 15-20 yıllık müzikleri çalıyordum, ama bundan daha iyisini yapamayacaktım, bu beni çok rahatsız etti. Artık grubun daha iyi olduğunu düşünüyorum, ama buraya gelmek çok uzun sürdü. Neredeyse iki yıl. Hizmet sektöründe çalışıyorduk. Seyircinin kim olduğunu, ne istediğini biliyorduk. Ne istiyorlarsa onu veriyorduk. Bundan uzaklaşmak çok zor, ama bir o kadar da önemli.

 

Canlı performanslarınızda şarkıları yazdığınız atmosferi, o an hissettiklerinizi hayata döndürmeniz gerektiğini mi düşünüyorsunuz?

Hayır, anlattığım daha çok dinleyicilerle ilgili. Dinleyiciye tam da istediği şeyi verdikten sonra “Biz şimdi de başka bir şey yapmak istiyoruz” demek zorlaşıyor. Bir sanatçı müzik, resim yapabilir ya da şiir yazabilir; ve insanlar ya onunla yürür ya da ondan uzaklaşır; ama sanatçı seyirci için çalışmaz. Seyirci için çalışmaya başladığın anda oyunu kaybetmişsin demektir. Kabareden veya pantomimden farkı yok. Bu yüzden turne benim için zor bir zamandı, çünkü birisiyle anlaşmıştım, konserleri vereceğime söz vermiştim. Başladıktan sonra vazgeçmek kolay değildi.

 

Albümde şarkı dizilimine çok özen gösteriyorsunuz. Son şarkı, “So Long You Pretty Thing”, önce ilk şarkı olacakken sona taşınmış.

O şarkının girişi albümün başında olacaktı, sonra yerini değiştirdik.

 

Kızınızla olan düet mi?

Evet, “Hey Jane”den önce o kısa “If you feel lonely” (eğer kendini yalnız hissediyorsan) kısmı vardı, çünkü onu şarkının bir parçası olarak yazmamıştık aslında. Daha sonra albüm oluşurken “So Long You Pretty Thing”le birleştirdik. Ondan önce de kötü bir şarkı değildi, ama o kayıtla muhteşem oldu.

 

Albümde “Life is a Problem” şarkısı “I won’t see my mother again” (annemi bir daha görmeyeceğim) ile bitiyor, hemen arkasından da kızınızla olan şarkı geliyor.

Bunu daha önce fark etmemiştim. Tüm bu aile bağları... İsteyerek olmadı. Orada kasıtlı, garip bir psikoloji yok. Öyle denk gelmiş sadece.

 

Çocuklarınızın müziğinize tepkisi ne oluyor? O sözler çok güzel bence.

Sözler çok güzel evet, ve kızım orada biraz utanıyor. İki yıl hayatlarının beşte birine denk gelince çocuklar genellikle utangaç olurlar. Onlar için iki yıl öncesini hatırlamak hayatlarının beşte birini yok saymak oluyor. O yüzden kızım şimdi çok değişti. Bilmiyorum, yaptığım işle gurur duyduğunu düşünüyorum. Gelebildiği tüm konserlere geliyor. Beni biraz Michael Jackson’a benzetiyor; çünkü ben de onun gibi uyuşturucu falan kullandım... Şimdi 13 yaşında. O sözleri yazdığında 9 yaşındaydı sanırım, yani sesini kaydetmemden daha önce yazmıştı. Müziğimi tanıyorlar. O albümü evde yaptım, garip bir ortam da yoktu; oturma odasında kaydettim. O odada akan trafik gibi ortam sesleri var, ama evi kayıt stüdyosuna dönüştürmeye çalışmadım. Sadece hoparlörleri oturma odasına yerleştirdim ve bir albüm yaptım. Yani o şarkıları biliyorlar çünkü her gün dinlemek zorunda kaldılar.

 

“O ZAMANLAR ECZANELERDE PLAK RAFLARI OLURDU, ASLINDA İNGİLTERE’NİN HER YERİNDE PLAK SATARLARDI. AMA ECZANELERDE PLAK RAFLARI OLURDU, IGGY DE GÜMÜŞ PANTALONUYLA ORADA DURUYORDU. O RESİMDEN ETKİLENİP ALBÜMÜ SATIN ALDIM TÜM HAYATIM BİR ECZANEDE DEĞİŞTİ…”

 

Siz çocukken neler müzik zevkinizi şekillendiriyordu?

Çocukken çok fazla plağımız yoktu, ama The Seekers diye Avustralyalı bir grubun bir albümü vardı. “Morning Town Ride” ve “Georgy Girl” şarkıları vardı. Çok güzel şarkılar. Gerçekten de öyle. Beatles şarkılarından çok farklı değiller, ama The Seekers bir vokal grubu. Peter and the Wolf plağımız vardı, klarnetli falan... Başka çok da bir şeyimiz yoktu aslında. Çok fazla vokal grubu vardı. Doo-wop gibi değil de, daha İngiliz tınlayan... Aklıma Barbershop geliyor ama öyle de değil, İngiltere’de arabada radyo dinlerken duyacağınız türden vokal grupları.

 

60’ların o koro armonileri şu an yaptığınız müziği etkiledi mi?

Evet, tabiî. Hep aklımın bir köşesinde oldu. Yaptığımın The Seekers’dan ya da doo-wop’dan çok da farklı olduğunu düşünmüyorum.

 

Rock and roll’a ne zaman ilgi duymaya başladın?

14 yaşındayken Stooges’ın bir albümünü aldım. Tamamen kazara olmuştu, üzerinde Iggy’nin resmini görmüştüm. O zamanlar eczanelerde, aslında İngiltere’nin her yerinde plak satarlardı. Ama eczanelerde plak rafları olurdu, Iggy de gümüş pantolonuyla orada duruyordu. O resimden etkilenip albümü satın aldım. Tüm hayatım bir eczanede değişti.

 

Büyüdüğünüz yerde bir rock and roll ortamı var mıydı?

Hayır, yoktu. Kendimiz yarattık. Zaten insan İngiltere’de çocukken tüm şehirler küçük bir ada gibi oluyor. Herkes oradan kaçmak istiyor, ve kaçmanın tek yolu müzik yapmak. Kendi ortamını yaratmak gerekiyor. Biz de kendi kendimize konserler vermeye başladık. Kimse gelmiyordu. İlk konserimizi iki üç kişiye verdik, sonraki konserimizde bir ton insan vardı ama gittiler. Salonu boşalttılar, kimse kalmamıştı. Küçük şehirlerin çoğunda haftasonu için yaşanıyor. Çalışıyorsun, sarhoş oluyorsun, kavga ediyorsun, kızları kovalıyorsun, sonra pazartesi işe dönüyorsun. Bunun dışında bir şey istiyorsan kendin yaratman gerekiyor.

 

Benim büyüdüğüm yer de böyleydi.

Evet, ama aradaki fark şu, örneğin Amerika’da en iyi piyano çalan sen değilsen, en iyi piyanist senin yerine geçer: Dr. John’un dünyası. Amerika’da rekabet çok fazla. İngiltere’de grup kurmak istiyorsan sana biraz benzeyen ya da ortak müzik zevkin olan dört kişi buluyorsun, çünkü zaten iyi müzik çalan dört kişi bulma ihtimalin yok. Sonunda ortaya bir, belki iki kişinin iyi müzik çalabildiği, diğerlerinin de çok sırıtmadığı gruplar ortaya çıkıyor, The Jesus and Mary Chain gibi. Diğerlerinin müziğe hiç katkıları yok demiyorum, çok iyi çalamıyorlar, ama ben bunun iyi bir şey olduğunu düşünüyorum. Böylece gruplarda sadece “çok yetenekli” insanlar olmuyor.

 

Sence gruplar daha “soyut” müzik yapmaya başlayınca kendilerinden bir şey yitiriyor mu?

En sevdiğim müziklerin bazılarını evimden 15 dakika uzaklıkta Cafe OTO isimli bir yerde dinliyorum. Orada Peter Brotzmann, the Art Orchestra ve Thurstoon Moore gibi müzisyenler çalıyor, hepsi “soyut” ama bir yandan da duyduğum en iyi müzikler. Bu albümle ilgili konuşurken demek istediğim böyle bir şeyin peşinde koşmak istemediğimdi, seyirciden bir şey talep etmek istemedim... Yani doğrudan Peter Bortzmann dinlenemez. Oraya gelene kadar birçok şey dinlemek gerek. Müziği sadece duyarak etkilenmek mümkün değil demiyorum, ama insanın farklı müzik türlerini anlayabilmek için neredeyse müzikal eğitim sayılabilecek bir süreçten geçmesi gerekiyor. Bu son albümde benim yapmaya çalıştığım da buydu. Çok yalın ve net olsun istedim, ki benim kafamda pop müzik böyle bir şey. Çünkü böyle bir üslûp insana bazı stilleri andırıyor. Ama bunu sadece bu albüm için yaptım. Peter Brotzmann’ın müziğine sırtımı döndüm, bir daha asla dinlemem gibi bir durum yok. Sadece bu albüme özel bir şeydi…