






Peter Greenaway’in “Hollandalı Ustalar” adını verdiği seride ikinci film olan “GoltzIus and the PelIcan Company”, geçtiğimiz Kasım ayında Hollanda ve Roma Film Festivalleri’nde görücüye çıktı.
Film, daha çok erotik resim, baskı ve oymaları ile bilinen Hollandalı Hendrik Goltzius’un hayatına odaklanıyor. Önümüzdeki günlerde izleyebileceğimizi tahmin ettiğim bu film üzerinden hareketle ressam biyografilerine odaklanmış filmler üzerine bir dosya hazırlayalım dedik. Peter Greenaway’in üçlemesi, 15. yüzyıl döneminin Hollandalı ressamı Hieronymus Bosch’a odaklanacak ve ressamın 500. doğumgününe denk gelen 2016 yılında yayınlanacak.
Ressamlar üzerine biyografik film denince akla sanatçının hayatını gerçekçi bir şekilde anlatmanın dışında bir başka önemli odağın ressamın sanat felsefesi olması da gelmeli. Burada filmler genel olarak bu iki nokta üzerinden değerlendirilmeye çalışıldı. Film seçkisindeyse sanat filmleri ve Hollywood yapımları da bulunmakta.
Surviving Picasso (1996)
Pablo Picasso gibi yakın dönemin en bilinen, en saygı gören, sanata yaklaşımıyla dünya sanat tarihini bir stilin yaratıcısı ve önderi olacak bir biçimde derinden etkilemiş bir ressamın filmini yapmak hiç kolay bir iş olmamalı. Oysa bu dev sanatçı, Hollywood senaristlerinin gazabına uğrayarak aşırı sıradan ve birçok anlamda saçmalayan bu filmin karakteri hâline geliyor. Öncelikle uyarlamak istedikleri ve muhtemelen sanatçının hayatına daha gerçekçi bakan Picasso’nun bir dönem sevgilisi ve iki çocuğunun annesi Francoise Gilot’un kitabının haklarını alamıyorlar. Bunun yerine Picasso: Creator and Destroyer isimli, Arianna Huffington imzalı, çalıntı olma ithamları almış bir biyografi denemesine yöneliyorlar. Yetmezmiş gibi Picasso’nun asıl tablolarının filmde gösterimi için izinleri olmuyor. İş böyle olunca filmin derinliği yalnızca kadınlarla inişli çıkışlı bir hayatı olan bir ressam biyografisinin ötesine geçemiyor. Anlayacağınız Picasso’yu Guernica’nın önünde gururla dururken göremiyoruz. Anthony Hopkins gibi izlemesi keyifli bir oyuncunun kurtarmaya yetemediği filmin oldukça yetenekli iki kadın oyuncusu –Natascha McElhone ve Julianne Moore– da bu görevde aciz kalıyor.
Basquiat (1996)
Jean-Michel Basquiat sanat dünyasındaki en ilginç karakterlerden bir tanesi. Sokakta başlattığı sanat yaşamını Andy Warhol’un da dâhil olduğu zengin ve yüksek çevrelere taşımış ancak politik ve eleştirel ruhundan pek ödün vermemiş, genç yaşta yitip gitmiş bir sanatçı. Filmde kimler yok ki… Zaten oyuncuları tek tek sayınca film için ayrılan yer de bir çırpıda: Andy Warhol rolünde David Bowie, gerçek hayatta Madonna olduğunu bildiğimiz Big Pink rolünde Courtney Love, Basquiat’ın rock grubunda da yer alan Vincent Gallo, sanatçının o dönem yakın arkadaşı olan Julian Schnabel’den (Schnabel aynı zamanda filmin yazarı ve yönetmeni) Milo rolünde ise Gary Oldman. Filmdeki diğer ünlüler ise Benicio del Toro, Claire Forlani, Dennis Hopper, Christopher Walken, Willem Dafoe olarak devam ediyor. Kısacası filmde ünsüz bir kimse yok. Ele aldığı sanatçının renkli yaşamı, dünya çapında bilinirlik ve sevilirliği, filmin vaat ettiği ünlüler dâhil olmak üzere Schnabel ilk yazma ve yönetme denemesinde işini hepten sağlama almış.
Love Is the Devil: Study for a Portrait of Francis Bacon (1998)
Şahsî olarak büyük hayranlık beslediğim ressamlardan biri olan Francis Bacon’u anlatan Love Is the Devil: Study for a Portrait of Francis Bacon, bir sanatçı filminden beklediğiniz asıl malzemeyi veriyor size. Francis Bacon’un resimlerinde görülen tüm temaların (şiddet, ölüm, yalnızlık, korku, dehşet, kendine zarar verme, vb.) ve dönemin baskın soyut dışavurumcu resim akımını reddedip “figür”e yönelişinin kaynağını açıkça anlatabiliyor bize film. Ressamın, sanatıyla da hayli iç içe yaşadığı özel hayatı (örneğin kariyeri boyunca tüm arkadaşlarının portrelerini yapmıştır) da yine filmin önemli odak noktalarından. Soho’da arkadaşları ile kurduğu “çember” ile her gün takıldıkları meşhur The Colony Room adlı özel bardan, stüdyosuna, gezdiği müzelere, onun Londra’sını görüyoruz. Ölümüyle derinden etkilendiği ve sürekli devam ettirdiği “Triptych” serilerinde ona olan bağlılığını taşıdığı, sevgilisi George Dyer’ı da Daniel Craig canlandırıyor ki, Craig’in üç filmde bir Bond, kalan iki filminde İngiliz beyefendisi oluşundan sıkıldıysanız bu film çok iyi bir seçim. Çünkü canlandırdığı George Dyer pek de beyefendi olmayan, suça ve kötü alışkanlıklara bağımlı, ölüme itilecek kadar hayattan kopmuş bir genç, Doğu Londra’lı. The Colony Room’un meşhur sahibesi rolündeki kaba ve biraz da çirkin Muriel Belcher rolüne bürünmüş bir Tilda Swinton görmek de filmin bir diğer artısı. Tekrar özetlemek gerekirse, gerçek anlamıyla bir ressam portesi olarak bu filmi aşmak gerçekten zor.
Pollock (2000)
Jackson Pollock’un resim kariyerinin başından, yakaladığı büyük şöhret ve ölümüne kadar olan süreyi anlatan Pollock, Ed Harris’in ilk yönetmenlik denemesi. Pollock gibi yüzyılın en önemli ressamlarından birisinin anlatıldığı bir filmin biraz daha onun kendi geliştirdiği özel tekniğine, sanatına ve felsefesine odaklanmasını bekleyenlerdenseniz, ne yazık ki filmde bazı eksiklikler var. Zaten Hollywood örneklerinde genel olarak bu yaklaşımın ısrarla atlandığını görüyoruz. Ancak film kesinlikle birçok benzeri filme nazaran hayli başarılı bir anlatım sunuyor. Ed Harris’in babası oğlunu Pollock’a aşırı benzettiği için ona, ünlü ressamın hayatını anlatan bir kitap hediye etmiş. Harris de bu benzeşimden gelen ilhamla, hayranı olduğu ressamın filmini çekmeyi ve başrolünde oynamayı kendine uygun görmüş ama keşke yönetmenlik için bu kadar ısrar etmeseymiş. Çünkü gerçekten yeryüzünde Pollock canlandırmaya bu denli uygun başka bir oyuncu olmayabilir. Bu filmde yapım aşaması büyük bir yer kaplayan, 1951 tarihli damlatarak boyama tekniğini anlattığı meşhur Hans Namuth videosunu internetten izlerseniz, benimle hem fikir olacaksınız. Filmde Amy Madigan tarafından canlandırılan sanat koleksiyoncusu Peggy Guggenheim’ı ve onun garip kişiliğini de görüyoruz. Pollock’un karısı, diğer bir önemli Amerikan soyut dışavurumcu ressam Lee Krasner’i canlandıran Marcia Gay Harden ise filmdeki takdire şayan performansıyla 2001 Oscarlarında “en iyi yardımcı kadın oyuncu” ödülünü kapıyor.
Frida (2002)
20. yüzyılın en önemli ve tanınan ressamlarından bir tanesi olan Frida Kahlo’nun hayatının anlatıldığı 2002 yapımı Frida, ressam biyografileri arasında dünyada en çok izlenenlerden bir tanesi. Hayek aşırı plastik transformasyon geçirmeden bizlere çok başarılı bir Kahlo portresi sunuyor. André Breton tarafından sürrealist olarak kabul gören, Meksika geleneksel resmini kendi modern yaklaşımıyla harmanlayarak dünyaca ün kazanan ve en çok da otoportreleriyle meşhur olan Kahlo’yu filmde memleketlisi Selma Hayek canlandırıyor. Artık Hollywood sayesinde içimizde yer etmiş bir başka sürrealist yaklaşım olarak da, Meksika’da geçtiğini adımız gibi bildiğimiz filmde herkes aksanlı İngilizce konuşuyor. Film, ressamı hayatı boyunca etkileyecek ve bunu resimlerinde de sık sık tekrarlayacak kadar önemli bir fiziksel sıkıntıya sebep olan otobüs kazasıyla açılıyor. Alfred Molina’nın canlandırdığı, kocası Diego Rivera ile olan ilişkileri filmin ilk yarısının konusu. Onunla tanışması, ressam olabilmek için verdiği önemli mücadele ve sonrasında çatırdayan aile ilişkisi çok iyi anlatılmış. Filmde sık sık gerçek hayat ile Kahlo’nun resimlerinin canlandırılmasıyla yaratılan geçişler ressamın iç dünyasındaki dönüşümü de çok iyi vurguluyor. Stalin tarafından sürgüne gönderilip, bir süre İstanbul’da daha sonra da Meksika’da yaşayıp orada öldürülen Troçki’nin yaşamından kısa kesit filmin ikinci yarısına damga vuruyor. Tarihsel olarak böylesine önemli bir vakanın içinde bulunması da ressamın önemli özelliklerinden. Frida’yı henüz izlememiş insan kaldı mı tam emin değilim ama yine de izlememişlere tavsiye edilir.
Girl with a Pearl Earring (2003)
Listedeki diğer yapıtlar arasında, yansıttığı gerçekliği tartışmamızın hiç gerekmediği filmlerden biri de Girl with a Pearl Earring. Sanat tarihi yazını içerisinde Johannes Vermeer’in bu tablosunun hikâyesi üzerine (tarihi dâhil) pek bir bilgi bulunmazken, Hıfzı Topuz’un Osmanlı romantiği romanları misali, ressama ve başyapıtına yepyeni bir hayat veren Tracy Chevalier’nin aynı isimli romanından bir uyarlama, bu film. Aslında bu bağlamda sanatçı veya sanatının portresi sayıp ciddiye almak doğru olmaz. Bir ressamın aile yaşamı ve tanıştığı hizmetçi kızla olan ilişkisi üzerinden ele alırsak da ortalama bir film var elimizde. O dönem her filmiyle kadınları sinemalara dolduran uzun saçlı bir Colin Firth, filmde Hollandalı ressam Vermeer’i canlandırıyor. Lost in Translation ile yakaladığı başarı sonrası henüz şöhretinin baharında olan Scarlett Johansson ise, meşhur inci küpeli kızı canlandırıyor. Johansson’un bundan farklı ve daha iyi bir oyunculuk performansına şahsen tanık olamadığım için, tablodaki kız rolüne çok iyi olduğunu söylemem gerekir. Sonuç olarak film dönem filmi kategorisi içinde sıradan listesinde kendine ancak yer bulabiliyor.
BUNLAR DA VAR
Bu sayfalarda yerimiz olmasa da izlenmesi gereken daha birçok ressam biyografisi var. Aşağıda tüm bu filmler de kısaca listelendi.
Andrei Rublev (1966): Andrei Tarkovsky’nin başyapıtlarından olan Andrei Rublev, ikonik ressam Rublev’in hayatını tam olarak anlatmaya girişmeyerek, sanatçı üzerinden mükemmel bir Ortaçağ Rusya’sı tasviri yapıyor.
Edvard Munch (1974): Edvard Munch’un hayatını anlatan, Peter Watkins’in yazdığı ve yönettiği başarılı biyografik film Edvard Munch için Ingmar Bergman “bir dâhinin işi” tanımı yapmış.
Caravaggio (1986): Derek Jarman’ın Tilda Swinton ile ilk buluşması, ışık ve gölgenin yaratıcısı olarak anılan ünlü Barok ressam Caravaggio’nun hayatını anlatıyor ve bu film 36. Berlin Film Festivali’nden Gümüş Ayı alıyor.
Vincent and Theo (1990): Usta yönetmen Robert Altman’ın öncelikle BBC için bir mini bir dizi olarak hazırladığı, sonrasında bir filme dönüştürdüğü Vincent and Theo, Vincent Van Gogh ve kardeşi Theo Van Gogh arasındaki mektuplara dayanılarak yazılmış, ressamın son dönemini anlatan bir drama.
Klimt (2006): John Malkovich’in başrolünde oynadığı film ünlü Avusturyalı ressam Klimt’in hayatını ele alıyor ve doğal olarak bir diğer dönemin ünlü ressamı Egon Schiele’ye de odaklanıyor.
Goya’s Ghosts (2006): Stellan Skarsgård, Javier Bardem ve Natalie Portman’lı oyuncu kadrosu ile usta yönetmen Miloš Forman’ın çektiği Goya’nın Hayaletleri, ressamın hayatına ve Fransız Devrimi gerçekleşmeden hemen önceki İtalya’daki kiliseye egemen atmosfere odaklanıyor.
Nightwatching (2007): Peter Greenaway’in “Hollandalı Ustalar” adlı serisinin bir filmi olan Nightwatching, Rembrandt’ın ünlü “The Night Watch” tablosunu yapması hakkında, Martin Freeman’ın başrolünü oynadığı bir film.
The Mill and The Cross (2011): Polonyalı yönetmen Lech Majewski’nin filmi Pieter Bruegel the Elder’in hayatına değil, meşhur resmi The Procession to Calvary tablosundaki 500 kişiye yakından bakıyor ve tablonun içindeki hikâyeye odaklanan ilginç ve farklı bir yapım hâline geliyor.
Goltzius and the Pelican Company (2012): Peter Greenaway’in “Hollandalı Ustalar” serisinde çektiği ikinci film de erken Barok dönemi ressamı Hendrik Goltzius’un hayatına odaklanıyor.