






DJANGO UNCHAINED
Westerninizi nasıl alırdınız? Kanlı, siyahîli, köpekli, atlı? Kafataslı, üstelik Alexandre Dumas'lı?.. Tarantino’nun yeni mihenk taşı, Django Unchained (ama D’siz), Jamie Foxx’un ellerinde bir gece yarısı komedisine dönüşmeden bitiyor, korkmayın. Ne derseniz deyin, Amerikan iç savaşı, yaratıcılığı körüklemiş. Country şarkıların kol gezdiği bir mahalle westerninde, eziyet gören yine siyahîler, kelleye nakit çalışanlar yine beyazlar. Ödül avcılığına yıllarını vermiş, bu uğurda dirsek ve de gerektiğinde ceset çürütmüş, Alman asıllı Doktor King Schultz, yeni avının peşinde, siyahî köle Django’ya ihtiyaç duyacaktır. Django ise köle tacirlerine kaptırdığı, Almanların elinde büyümüş karısını kurtarmak için Doktor’a. Almanlık güzel şey tabiî, yeri geldiğinde kılıf, bu zekâ küpü ödül avcıları için. Hele ki buram buram güneyli western filmi birkaç kaba sözcüğün kullanımıyla şenlendiriliyorsa. Her sektörde bir tekel olduğu gibi, köle tacirliğinde de vardır ve bu, Di Caprio’nun ellerinde sapık bir frankofona dönüşen Candy’dir. Bizim ödül avcılarının kendisi gibi birer köle taciri olduğuna inanarak, onları kölelerini sergilemek üzere Candyland’e götürecek ve hayatlarının dersini verecektir. Seyirci olarak bize düşen görevse, kim, kim tarafından, hangi araçla vuruldu oyunu oynamaktır. Sonrası, ağırlığınca insan kafesleri, Tanrı’nın öteki yarattıklarının kafatasları, serenat yapan atlar ve saniyede 18 insan öldürebilen silahlardır. Tarantino’nun filmografisinden alıştığımız ve Django’da göremediğimiz tek şeyse, birkaç adet kadın ayağı planı eksikliği. Zorlu heykelcik yolculuğunda, Django tüm absürdlüğüne, tüm kitschliğine ve tüm tür klişelerine rağmen ipi göğüsler mi bilinmez ama bir B-movie Oscar’ı veriliyor olsa, Tanrı saklasın, onu kimseciklere bırakmaz. H.Ö.
LES MISERABLES
“Jackman, Crowe, Hathaway ve Seyfried’den Türküler” adı altında, Grammy kapanışından hâllice bir klasiğe doğru yol alıyorsunuz. Gözünüze, kulaklarınıza ve kalbinize aynı etkiyle hitap edecek bir şey, uzun süredir izlememiş olabilirsiniz. Hepimizin çocukluktan hatırladığı bir hikâye, en önce okunacaklar listesinin başı, Les Miserables, tüm hikâyeyi bu sefer, hiç bitmeyecek bir video klibin içinde hiç bitmeyen ağıtlarla anlatıyorlar. Kölelerin yukarı bakmalarının yasak olduğu, ölene kadar aşağı bakmaları gerektiği bir şantiye, hükümlü Jean Valjean ve acımasız müfettiş Javert’in ilk karşılaşmalarının gerçekleştiği yer. Sonuncusu ise, çatışmanın kol gezdiği Fransa sokaklarının bir ücra köşesi olacak. Bu sefer Valjean yukarı bakarken Javert ölmeyi umacak. Valjean kölelikten patronluğa geçerken, bir gün bir yerlerde bir haksızlığa uğramasına göz yumduğu Fantine’in kızı Cossette’i de boynunun borcu olarak büyütecek ve günü geldiğinde kendi elleriyle genç devrimci Marius’a teslim edecek. Javert, Valjean’ın yeni hayatının peşinde, Eponin Marius’a âşıkken bu sırada ülkede birşeyler olacak, adına Temmuz Devrimi diyecekler, uğruna marşlar yazılacak. Aklınızda kalacak olan birkaç küçük detay ise, Helena Bonham Carter’ın her ne hikmetse hiçbir filmde rol yapmak zorunda kalmadığı hissine kapılmak, 1830 Fransa’sında Freestyle yapa yapa devrimi getiren bir küçük İskoç çocuk, bir de Sacha Baron Cohen’siz boğazımızdan geçmeyecek cambazhane numaraları olacak. Nihayetinde Les Miserables, bir romanın ötesinde, kendi içindeki ahengi ve kafiyeyi hiç kaybetmeyen bir şiir tiradının objektifin içine sıkışmış hâli. Oscar’a gelince, gotik fahişe kostümleri, burjuvazi tulumları, paslanmış esir zincirleri ellerinizden öper. H.Ö.
LINCOLN
Bir köşede köleliği, beyaz ırkın yüceliğini ve savaşıp kazanmanın onursal gücünü öven tutucu cumhuriyetçiler ve kendini demokrat sanan adalet yoksunları, diğer yanda ise halk temsilcilerinin her ne şekilde çalışıyor olurlarsa olsun, “insan” öğesi uğrunda çalışmaları gerektiğini savunan ve bu yolda hayatını bahşedecek olan Başkan Abraham Lincoln. Amerika’da iç savaşın milyonları peşinde sürükleyerek sürdüğü 19. yüzyılın ikinci yarısında, barışmaya niyeti olmayan iki taraf, barışı da konuşamayacaklarsa, neyi konuşabilirler ve en önemlisi bu savaş nasıl biter? Lincoln, tüm meclisi, ailesini, himayesinde çalıştırdıklarını dahi karşısına alarak, “diktatör” yaftası yemeye dahi göz yumarak, en üste insanı koyup, kölelik kalkacak, dolayısıyla uğruna savaşılacak isyan etmeye değecek bir sebep kalmayacak, dediğinde, üstün beyazların siyahîlerle eşit olmak fikrine alışmaları, koca bir hükümetin düşmesine dahi sebep olabilecektir. Keza tanrının eşit yaratmadıklarını kongre asla eşit görmemelidir. Beyaz Saray’ın kuytu köşelerinde bir modern zaman düşünürü edasıyla herkese hikâyeler anlatan bir devlet başkanı olarak Lincoln’ün de kandıramadığı ve eve, yani saraya döndüğü her akşam, hesap vermesi gereken kişi, “Barışı getirecek gerekli oyları toplayamazsan, akşam evde görüşürüz” diyen karısıdır. Barış geldiğindeyse, kimse üzümünü yiyip bağını sormayacaktır. Peki, yolsuzlukla kabul ettirilen bu hakkaniyet hikâyesinde, kirli ellerle başa gelen yasaların temizliğine nasıl inanabiliriz? Tek bir şeyi unutmazsak; bu alışılagelmiş ya da beklenenin dışında bir hikâye değil, tarihin ta kendisi. Bu samimî ama çirkin adalet savaşında 1 senede 10 yıllık yaşlanan Daniel Day Lewis, Oscar’ı bu sefer hangi eliyle kucaklar bilinmez ama Lincoln olsa, kendini tutamaz, “beni benden alırsan seni sana bırakmam” diyerek, Lewis’i alnından şapır şupur öperdi. H.Ö.
SEVEN PSYCHOPATHS
90’lı yılların kültlerini hatırlatan, neredeyse o estetiği benimsemiş ve belki de onlara öykünen filmlerle dolu bir yılı geride bıraktık. Geçtiğimiz yıla baktığımızda, 90’ların bilim-kurgu aksiyon filmlerini andıran Looper, o onyılda karşımıza çıksa muhtemelen herkesin aklını başından alacak olan ama garip bir biçimde ağızda nostaljik bir tat bırakan Cloud Atlas gibi filmlerden sonra, Martin McDonagh da buram buram 90’lı yıllar suç filmi kokan bir filmle karşımızda. Her ne kadar görsel üslup ve estetik açısından tamamen 2000’li yılların (biraz da Guy Ritchie’nin yön verdiği) anlatım yöntemlerini benimsemiş gibi görünse de, hikâye kurgusu ve olay örgüsüyle Tarantino’nun başyapıtlarını ve The Usual Suspects ve hattâ L.A. Confidentials gibi neo-noir’ları akla getiren bir film Seven Psychopaths. Bu benzerlik, filmin sunduğu bir takım referansların yanı sıra özellikle diyalogların yön verdiği bazı sahnelerde de kendini gösteriyor. Belli bir derinliğine sahip olmayan karikatürize edilmiş yan karakterlerin, renkli birer tipleme olmaktan öteye götürülmemiş olması ve neredeyse skeç mantığında yazılmış bazı sahneleri nedeniyle ana akım izleyiciden McDonagh’ın esas çıkışını sağladığı ilk filmi In Bruges kadar rağbet görmesinin bir hayli zor olduğu Seven Psychopaths, özellikle nasıl bir kafayla yazıldığının anlaşılması zor senaryosuyla dikkat çekiyor. McDonagh’ın bilhassa senaryo özelinde bu bakımdan, garanti bir formula takip etmek yerine, cesaret verici bir işle karşımıza çıktığını söyleyebiliriz. Yine de tüm meziyetleri toplandığında dahi ortaya epey kişisel ve fazla özel bir film çıkıyor. Dünyasına girebilene ne mutlu, giremeyenlerin ise ağzında kekremsi bir olmamışlık kalacak gibi… Z.Ö.
THE IMPOSTER
İnsanoğlunun sonsuza dek süren kimlik arayışına dair ufak, etkileyici ve tamamen gerçek bir hikâyeden yola çıkan The Imposter, izleyicisini baştan sona diken üstünde oturtan ve finale doğru sinir sitemini hepten altüst eden, heyecan verici bir belgesel. Belgesel olmasına belgesel ama pek çok kurmaca filme taş çıkartacak bir kurgu ve olay örgüsüyle ilerleyen, temposu son derece yüksek bir film. İspanya’da yağmurlu bir akşamda bir telefon kulübesinden polisi arayarak yalnız ve korkmuş bir çocuk bulduğunu söyleyen 21 yaşındaki kahramanımız Frederic Bourdin’in 16 yaşında bir çocuk taklidi yaparak kendine önce geceyi geçirebileceği bir yetimhane, sonrasında ise kayıp çocukları gibi davranarak yanlarında yaşayabileceği bir aile bulmasıyla başlıyor film. Şu sıralar 40’lı yaşlarında olan Bourdin, olayın yaşandığı dönem, onu kayıp evlatları sanarak yanlarına alan aile ve olayın diğer tanıklarının anlatımlarının yanısıra, yaşananların kurmaca izdüşümlerini, bir çeşit canlandırmalarını izlediğimiz bir başka bölümle, 100 dakika boyunca bol bol tırnak yedirten bir tecrübeyle baş başa kalıyoruz filmde. Gerçeklerin bir bir ortaya çıkmasıyla tansiyonun hepten yükseldiği final bölümü, akıcı anlatımı ve hikâyeyi aktarmadaki becerisiyle, geçtiğimiz yıl Senna’nın yaptığı gibi belgesel sinemanın yetkin örneklerinden birini sunan The Imposter’ı ne yapıp edip izlemek ve sakıncalı bir sevgi hasretinin insana neler yaptırabileceğine sessizce tanık olmak lâzım, aklınızda bulunsun... Z.Ö.