KENDİNİ BEYAZ YAKALI OLARAK TANIMLAYIP SABAH 8 AKŞAM 5’İN DIŞINDA DA NEFES ALMAYA ÇALIŞAN, SES GETİREN “TİLT”, “17:31”, “TETİKÇİ”, “NERDE KALMIŞTIK” VE “KİMSENİN ÖLMEDİĞİ BİR GÜNÜN ERTESİYDİ” OYUNLARININ YAZARI EBRU NİHAN CELKAN İLE YAZARLIK VE OYUNLARI ÜZERİNE KONUŞTUK.
Oyun yazarlığı ne zaman başladı?
24 yaşındaydım ilk oyun yazarlığına başladığımda. Bir pazar günü evde çok sıkılıyordum, babam geldi ve “Biraz evden dışarı çık, bir şeyler yap” dedi. O sırada elimde bir gazete vardı ve gazetede oyuncu seçmeleri çağrısı vardı. Bir gideyim dedim. Kursa başladıktan 3-4 ay sonra anladım ki ben oyuncu olmak istemiyorum, hiç alâkam yok, yazmak istiyorum. Daha evvel de birtakım şeyler yazıyordum ama ilk oyun yazmam 24 yaşıma denk gelir. Bütün bildiğim tekniği öğrenmem önce “Oyun Yaz” projesi sonrasında Studio Oyuncuları’nda aldığım eğitimlerle şekillendi.
İzlediğimiz oyunlarınızda da gördüğümüz kadarıyla içeriği tamamen güncel tutuyorsunuz, bunda özel bir tercih var mı?
Oyunların güncel olması için özel bir çabam yok. Canımı sıkan ne varsa, dert edindiğim, ya da ne ile ilgili yüksek sesle söylenmesi gereken birşeyler olduğunu düşünüyorsam, neyi değiştirmek istiyorsam onunla ilgili yazmayı tercih ediyorum. Dolayısıyla o da galiba bu zamana ait olan meseleler oluyor genelde.
Güncel süreci bu kadar yakın takip eden çok fazla oyun yok sizce sebebi nedir?
Mekânların öncelikli kaygısı, yaşamak. O nedenle yeni yazarlara yeni metinlere alan yaratmaktan imtina ediyorlar. Yaşama kaygılarını ortadan kaldırabilmek için de tanınan bilinen seyircinin daha aşina olduğu isimlerle yola çıkmayı tercih ediyorlar. Ama bu kaygıların dışında bir dünya var olabileceğini fark eden başka bir grup var, “Bir deneyelim bakalım ne oluyor” dediler ve güncel yerli yeni metinler ardı ardına gelmeye başladı. Gittikçe artan bir seyri var, eskisi kadar az değil. Artık yerli metin yazarları da takip edilen insanlar olmaya başladılar, yeni ne yazdı acaba diye araştırıyor insanlar.
Türkiye’ye in-yer-face’in girmesinin ardından ilk kez yerli yazarlar güncel ve biraz da kendilerine dert edindikleri meseleleri sert ve vurucu bir dille yorumlamaya başladılar. Bu süreç bizde nasıl ilerledi?
Bu oyunlar İngiltere’de yapılıyordu. İngiltere’de hangi dönemde çıktılar, 90’larda, Thatcher döneminde. İşçi sınıfı çocuklarının sıkılmalarından, bunalmalarından, rahatsız olmalarından, kendilerine nefes alacak yer bulamamalarından ortaya çıkan bir akımdı bu. Peki o akıma kim kucak açtı? Devletin, İngiliz yazarları Amerikan tiyatrosu karşısındaki kaybını kapatmak için küçük mekânları desteklemesiyle üretim sayısı artmaya başladı.
Bize geldiğimizde ne oldu, Devlet ile Şehir Tiyatrolarında genç yazar, bırakın genç yazarı genç oyuncu alımı çok zor. Dolayısıyla özel tiyatrolarda ne vardı? Oyun yazarı aynı zamanda tiyatronun sahibiydi, Ferhan Şensoy, Müjdat Gezen, Ali Poyrazoğlu, Genco Erkal… Ve sonra hayatımıza Dot diye bir şey girdi. Hiç alışık olmadığımız, sahneyi kaldırıp o hiyerarşiyi kırdı, göz göze bakmaya başladık. Sahnede “aman kullanılmaz, ayıp” dediğimiz şeyler bir baktık paldır küldür ortalara dökülmelere başladı. Peki bu ne zamana denk geliyor, bizim ülkemizde de birtakım şeylerin değişmeye başladığı bir döneme denk geliyor, 8 yıllık bir dönem. Sanata dair hiçbir şeyi özellikle de tiyatroyu güncel politikadan ayrı tutmak mümkün değil. Aslında biz de Thatcher döneminden çok uzak bir dönem yaşamıyoruz. Çok ciddî anlamda kapitalizmin, neoliberalizmin küstahlıkta, yıkımda sınır tanımadığı bir ülke olduk. Bununla birlikte kişisel yaşam alanlarımıza müdahaleler de sınır tanımıyor. Kaç çocuk doğuracağımızdan, ne izleyeceğimize, gazetelerin ne yazacağına, neyi nasıl düşünmemiz gerektiğine...
“BUGÜNE KADAR HİÇ OYUNU OYNANMAMIŞ BİR YAZAR , BUGÜNE KADAR HİÇ YERLİ YAZAR OYUNU YAPMAMIŞ BİR TİYATRO TARAFINDAN BULUNUYOR, BUGÜNE KADAR HİÇ OYUN YÖNETMEMİŞ BİR YÖNETMENE OYUN TESLİM EDİLİYOR VE HİÇ BÖYLE PROFESYONELCE BİR PROJE İÇERİSİNDE ALIŞMAMIŞ OYUNCULARLA YOLA ÇIKIYORSUNUZ. “17:31”İN YOLCULUĞUNU ANLATTIM SİZE AZ ÖNCE…”
Türkiye’de kimleri takip ediyorsunuz?
Yazar olarak Ayşe Bayramoğlu’nun tüm oyunlarını takip ediyorum. Mizra Metin, Berfin Zenderlioğlu, Özer Arslan, Yiğit Sertdemir. Dünyada ise ben uzun bir süre Simon Stephens, Philip Ridley, Mark Ravenhill, Sarah Kane’i takip ettim. Aralarında özellikle Simon Stephens benim için çok önemli biri.
Alternatif tiyatro biraz bağımsız film gibi aslında. Hani bağımsız film iyidir ancak hepsi değil ama bir şans vermek ve hoşgörü ile izlemek gerekir, alternatif tiyatro için de aynı durum söz konusu. Çok fazla insan zor imkânlarla dertlerini anlatmaya çalışıyorlar oyunlarında. Seyircinin gelip yaptığımız oyunları izlemesi ve geri bildirimde bulunması gerekiyor. Beğenmemiş de olabilir, yeter ki bizimle paylaşsın, bu yaptığımız işi daha iyi kılar. Üstelik son 5-6 yıldır çok beğenerek izledikleri televizyonda izledikleri oyuncular nerelerden çıkmışlar dönüp baktıklarında alternatif tiyatroları görecekler.
1980-2005 arası kaybolan bir nesil var her alanda olduğu gibi kültür anlamında da kayıp. Yeni yazar, yeni yönetmen, yeni oyuncu çok seyrek olan bir dönem… Neden şimdi birden çıkıyorlar? Şans vermek çok önemli tiyatroda.
Bulut Tiyatro sizce çok büyük bir cesaret değil miydi?
Eğer yalnız olsaydım, evet çok büyük bir cesaretti. Ama ben kendimi yalnız görmüyorum. Benim Bulut’u kurma sebebim özellikle kendimi ayrı yere koymak, başka biri olarak başka bir şey ifade etme isteğimden kaynaklanmadı. Beraber tiyatro yaptığım arkadaşlarımın hepsinin o sene için başka tasarrufları olmasından kaynaklandı. Alternatif tiyatro dediğimiz mekânlarda insanlar çok yan yana duruyorlar, yani bunu projelerin birbirine geçmiş olmasından da anlayabilirsiniz.
Oyun yazma süreciniz nasıl gelişiyor?
Doğru bir yöntem yok aslında, herkesin kendine has bir yöntemi var. Benim için önemli olan hikâyenin kendisi. Merak ediyorum, her şey ilk önce öyle başlıyor. Tetikçi’den örnek verirsem sürekli televizyonda döndürdükleri o Türk bayrağının önündeki çocuk kim dedim. Nerde doğdu, nerde büyüdü, neler yaptı, nasıl böyle oldu, vs… Nerde Kalmıştık için söylersek bu ülkede 30 yıldır savaş var, ölenleri biliyoruz, sakat kalanları biliyoruz, gerillaları biliyoruz, ama bir de oradan dönen insanlar var. Onlara ne oluyor, onlar hayatımızdalar, bizim yanımızda geziyorlar. 33 asker öldürülme hikâyesi vardı o 33 asker öldürüldüğü dönemde biri kurtuluyor, bu insan nerede? 33 arkadaşın ölüyor ve sen oradan çıkıp hayatına devam ediyorsun. Yazar olarak söyleyeceğim sözün arkasında sağlam durabilmek için akademik okuma yapma konusunda ısrarcıyım. Söyleyeceklerimden çok emin olmak istiyorum. Okumalar başlıyor. Bu tip okumalarımda Metis’in Siyah Beyaz serisi çok önemli bir kaynak. O okumaları bitirdikten sonra ben bunları nasıl aktarabilirim, hangi kurgu bunları sağlam kılar, söyleyeceğimiz sözü daha iyi anlatırın cevabını arıyorum. Dönüp baktığınızda o hikâye içinde bir sürü söz çıkacaktır karşınıza. Siz hangisini söylemek istiyorsunuz? O hikâye yardımcı olacak karakterler gelmeye başlıyor sonra, anlatıcıları. Ben her gün düzenli yazmaya çalışan bir yazarım. Hiçbir şey olmasa günümü yazarım.
Son oyununuz Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi nasıl ortaya çıktı, süreç nasıl ilerledi?
Kumbaracı 50’nin altı üstü oyun projesiydi bu. Yiğit Sertdemir, ağustos gibi aradı, bugünün teması altında, yerli yazarlarla uzun süredir yeni oyunla sahnede yer almayan duayen oyuncuları bir araya getirmek istiyordu. Anlatmak istediğim bir hikâye vardı kafamda, tamam dedim. Bir trans hikâyesiydi. Metnin girişinde “fizyolojik olarak bir kadın tarafından oynanması gerekmektedir” yazıyordu. Bir transın bir kadın tarafından oynanması pek rastladığımız bir durum değil; genelde erkekler tercih edilmiş bugüne kadar. Yiğit, Sumru Yavrucuk ismini koydu ortaya. Bir gün buluştuk, metni okudu yanımızda, ben kesinlikle varım dedi. Bu tip metinlerin sadece “ürün” olarak değerlendirilmesi konusunda ben biraz endişeliyim. Bu meseleyi içselleştirmiş, gazetede bir trans cinayeti gördüğünde dehşete kapılan, buna kafa yoran, bunun ayrımcılık olduğunu fark eden ve bu ayrımcılıktan rahatsız olan biri olsun istedik.