Bantmag

AYDAN ÇELİK’İN BİSİKLET YAZILARINI VE ÇİZİMLERİNİ BİR ARAYA GETİRDİĞİ KİTABI Bİ TUR VERSENE’YE YAZDIĞI ÖNSÖZE TURGUT UYAR’DAN REFERANS ALARAK “EFENDİSİ ACEMİLİK, HER KALEM OYNATIŞI USTALIK” BAŞLIĞINI ATMIŞ, BAĞIŞ ERTEN.

 

Kendisini başka birçok şekilde tanıtmak mümkün, zaten Erten de şöyle devam etmiş: “Entelektüel, tarih meraklısı, kapitalizm karşıtı, çevreci değil tam anlamıyla ekolojist, sporsever, tabiî ki en önemlisi yazar ve çizer…”

 

Elbette ki bunların hepsi birer sıfat. Ve eminiz ki kendisi en çok “acemi” olmayı sever. Bitmeyen acemi hevesini yalnız işlerinde göstermez çünkü, gittiği her yerde de üstünde taşır. Bir şekilde denk gelirseniz Bi Tur Versene’nin her sayfasına da bu hissin sindiğini görüp sadece bisikletten çok daha fazlasını öğreneceğinizi umduğumuz kitabı ve kendisi de bir o kadar keyifli “yazan”ını bir tadımlık da olsa huzurunuza getirdik.

 

Kitaptaki yazılarda küçüklüğünden beri severek yaptığın iki şeyi, bisiklete binmeyi ve çizmeyi birleştirdiğini söylemişsin. Ama senin çok okuduğunu da biliyoruz. Kitaplarla ilişkinden bahsedebilir misin biraz?

Bisikletle okumak arasında bir ilinti kurmak gerekirse Ünsal Oskay’a başvurmaktan daha iyi bir yol yoktur. Bi Tur Versene’de de kullandığım söyle bir lafı var hocanın:

“...Hayattan ne öğrendiysem, çocukluğumun 28x1,5 jantlı, Dunelt marka İngiliz bisikletinden öğrendim.(...) Yaşadığınız ortam size dar geliyorsa, bir bisiklet alın. O, sizi; Victor Hugo’nun Sefiller’ine, Michel Zevako’nun Pardayanlar’ına, Swift’in Güliver’in Seyahatleri’ne, Urfalı Mateos’un Vekayınamesi’ne, Aristofanes’in Barış’ına, Dostoyevski’ye, Kafka’ya, Borges’e götürecektir...”

Ünsal hocanın sözünü ettiği isimlere beni götüren başka şeyler de var. Çocukluğumu geçirdiğim kasabanın (Sivas/Gürün) olağanüstü güzel bir kütüphanesi vardı. Adı bile insanı içeri çağırırdı: Kâşifiye Kütüphanesi... Ben yetişemedim ama kütüphaneyi o hâle getiren kişi “kör hoca” denilen Osman Canbay’dı. Aynı Borges gibi, gözleri görmeyen bir kütüphaneci...Çok etkileyici değil mi?

Daha sonra Fehmi Tuna var. Gazete bayii. O 70 yaşında, ben 7 filan herhâlde o zamanlar.  O da müthiş bir karakterdi. Kont edalı, heykel gibi bir adam. Çizgi roman aşkıma onun sayesinde karşılık buldum. Ne kadar çizgi roman varsa hepsini okumama izin verirdi... Fehmi amca da o motoru ateşleyenlerden biridir. Minnettarım.

Bu faslı Amin Maalouf’un son kitabından bir bölümle kapatayım. “.. Kitapların büyüsünden sık sık söz edilir ama. Ama bu büyünün çift yönlü olduğu pek söylenmez. Bir okumanın büyüsü bir de kitaplardan söz etmenin büyüsü vardır... Yabancı bir kadınla birliktesin, sana ne okuduğunu soruyor veya aynı şeyi sen ona soruyorsun, eğer ikiniz de kitap okuyanlar âlemine aitseniz paylaşılmış bir cennete el ele girmek üzeresiniz demektir...” (Doğu’dan Uzakta, s. 403)

 

Kitapta da görüyoruz ki, kendini bir yazar olarak adlandırmasan da, aslında çok renkli hikâyeleri bir araya getiren, açık ve keyifli yazılar yazabilen birisin. Yazıyla ilişkin nasıl başladı? Örnek aldığın yazarlar var mı?

Kendime “yazar” değil de “yazan” demeyi tercih ederim. Ama çizerlik konusunda durum farklı. Her gün yeni bir şey deneyen bir çizer, bir çizgi kölesiyim. Hayatta en hakikî mürşidin “çizgi” olduğunu düşünürüm. Çizgi “okumayı” bilene de derin muhabbet beslerim. Örnek aldığım bir yazar yok galiba. Örnek deyince sanki onlar gibi olabilirmişim illüzyonuna kapılır insan… Etkilendiğim, hayran olduğum yazarlar var. Cin Ali’nin yaratıcısı Rasim Kaygusuz’dan yola çıkar, Kemalettin Tuğcu’dan vicdan,Vasconcelos’dan hayalî bir dost, Aziz Nesin’den kahkaha gazı, Steinbeck’ten dirayet, Emile Zola’dan azim, Hugo’dan şefkat dilenirim… Orhan Pamuk’la suyu çekilmiş Boğaz’a bakar, Tanpınar’la saatimi ayarlar, Oğuz Atay’la oyun arkadaşı olur, Cervantes’le dellenir, Murat Uyurkulak’la Tol’lenirim.

 

Bazen o kitapları, kimsenin eline ulaşmadan, henüz kıyıya varmadan elime geçmiş bir potkal gibi görürüm. Çok sevdiğim bir imgedir potkal. Biliyor musun, geçen Ağustos’ta İskoç bir balıkçı tam 98 yıl önce denize bırakılmış bir potkal buldu. Bir asırdır sahibini arayan bir mesajdan daha etkili daha ne olabilir? Belki şu çok ağır hayat hikâyesi: Metin Kaçan, 2013 başında bu dünyadan kendi isteğiyle ayrıldı. Bedenini Boğaz Köprüsü’nden aşağı bıraktı. Tam iki hafta sonra 50 km. ileride Beylikdüzü’nde bulundu. Kendi bedeni sanki bir potkal gibi kilometrelerce yol alan bir yazarın hikâyesinden daha bir Ağır Roman olur mu?

 

Kitabı okurken şöyle bir çelişkiye kapılıyor: Bisiklet kahramanlarına hem çabaları için hayranlık duyuyor, hem de egolarından, birbirleriyle çekişme şekillerinden nefret ediyor. Bu biraz da bisiklet sporunun bireyselliğinden kaynaklanıyor herhâlde. Peki sen bu çelişkiyle nasıl başa çıkıyorsun, bu insanlara baktığında?

Bu konudaki dilemmaya dair bir kaç yazı var kitapta. Ödünç aldığım bir ifadeyle anlatıyorum derdimi: Kârhanede Romantizm... Tanıl Bora’nın futbolla ilgili makalelerinin yer aldığı kitabın başlığı. Bisiklet sporunun kendi içinde taşıdığı rekabet, dayanışma, hırs, kibir, nadanlık vs. vs. şeylerin hayattaki diğer şeylerden çok farkı yok aslında. Eşitlikçi bir dünya derdiyle yola çıkan insanlar en çok kendi yoldaşlarını ezmez mi çoğu zaman? Bisiklette de böyle. Bir yanıyla bir takım sporu bu. Feodal bir dayanışma kültürüne sahip. Sekiz kişi takım liderinin zaferi için yapmadık şey bırakmıyor. Çok etkileyici bir şeydir bunu bilmek ve izlemek. O liderin doymak bilmeyen hırsını yeniden üreten sekiz adam... Ama harç bitip yapıya paydos komutu verildiği zaman “ihanet”ler de başlar… İşte Lance Armstrong’un durumu. Eğer eski takım arkadaşları aleyhine tanıklık etmeselerdi, muhtemelen o karton krallığını kimse yıkamayacaktı.

 

Bir de doping meselesi var tabiî. Bisiklet dünyası için büyük bir bela. Hemen hemen kullanmayan şampiyon yok gibi bir şey.

Bu soruyu cevaplarken de tebessüm ettim. Hani her sorunun cevabının kutsal kitaplarda olduğunu söyleyen müminler vardır ya, kendimi öyleyken sobeledim. Zira bu soruna dair de kitapta yazılar ve çizimler var... Ben en iyisi o çizimlerden birini paylaşayım. Artık bütün bisikletçiler “Olağan Şüpheli” olmaktan çıktı. Masumiyet karinesi diye bir şey, bisiklet için hükmünü yitirdi. Hani bağımlılık terapileri vardır. Terapi gören insanlar bir dairenin etrafına oturur, kendilerini tanıtır ve “şu kadar zamandır temizim” gibi bir laf ederler ya. Burada da durum öyle… Lance’in hem kendi hem de bisikletin sırtına yüklediği kambur daha çok uzun seneler orada duracak.

 

Dikkat çeken bir nokta, kadınlar ve bisiklet bahsinin görece az geçmesi. Bu senin eksikliğin değil tabiî, yakaladığını yazmışsın. Kadınlar ve bisiklet sporu hakkında ne söylenebilir?

Doğru söylüyorsun. Bu hem benim, hem de mevcut toplumsal düzenin bir devamı olarak bisiklet dünyasının büyük eksiği. Kitapta konuyla ilgili bir kaç yazı var. (Şu an, tebessümüm yerini kahkahaya bıraktı.) Ama yetersiz olduğunun farkındayım.

Biliyorsun Açık Radyo’da Esra Ertan’la birlikte Şeytan Arabası adında bir bisiklet programı yapıyoruz. Esra sayesinde bu konulara biraz daha bakar oldum.  Bir süre önce konumuz toplumsal cinsiyet, kadın ve spordu. Orada bilmediğim bir sürü şey öğrendim. Ve hattâ biz o konuları konuşurken, Eduardo Galeano’nun yeni çıkan Ve Günler Yürümeye Başladı kitabı, raflarda bizi bekliyormuş. Kitapta, kadınların özgürlük mücadelesinde bisikletin yeri hakkında önemli bir bölüm var:

“...Dünyadaki kadınların eşit haklara ulaşması yolunda bisikletin yaptığını ne başka bir şey ne de başka bi kimse yaptı, diyordu Susan Anthony. Ve onun mücadele arkadaşı Elizabeth Stanton da şöyle diyordu: Biz kadınlar oy kullanma hakkına doğru pedal çeviriyoruz.

Philippe Tissie gibi bazı doktorlar bisikletin düşük ve kısırlığa sebep olabileceği konusunda uyarırken, başka meslektaşları bu edepsiz âletin ahlaksızlığı teşvik ettiğini, zira mahrem yerleri seleye sürtündükçe kadınların zevk aldıklarını savunuyorlardı. Gerçek şu ki, bisiklet yüzünden kadınlar kendi başlarına çıkıp dolaşıyor, evden uzaklaşıyor ve özgürlüğün tehlikeli zevkini tadıyorlardı. Ve yine bisiklet yüzünden, pedal çevirmeyi engelleyen o bunaltıcı korse elbise üzerlerinden çıkıyor ve müzedeki yerini alıyordu...”

 

Kadın bahsindeki eksiklik Afrika kökenli sporcular için de geçerli. Asya ve Ortadoğu dünyasınaysa girmiyorum bile. Sence bu eksikliğin sebepleri neler? Gelecekte bisiklet sporunda daha fazla Afrikalı isim görebilir miyiz dersin?

Sınıf eşitsizliği her yerde olduğu gibi burada da var. Özellikle Fransa, İtalya, İspanya gibi büyük turlarda kelimenin tam anlamıyla kaymak tabakasını görürsün. Dev şirketlerin sponsorluklarından, totaliter yönetimlerin büyük paralarla yaptıkları imaj tazeleme operasyonlarına kadar her şey burada... Putin’in Kathusa takımıyla, Nazarbayev’in Astana’sı barışçı bir spor olduğu söylenen bisiklet üstünde rekabet ediyor. İronik değil mi?

Ama olimpiyatlarda ve dünya şampiyonalarında durum biraz daha farklı. Bisiklet dünya şampiyonaları bize “bisikletin ötekileri”ni fark etme, görme, tanıma imkânı sunar. Sezon boyunca kadraja giremeyen gençleri, kadınları ve “yoksulları” yollarda pedal çevirirken görürüz. Özellikle “Dünyanın Bütün Afrikalarından” gelen sporcular, bisiklete hâkim olan “beyaz adam” manzarasını bozar, şampiyonların giydiği gökkuşağı mayonun rengine boyarlar. Hoş, “beyaz adam” “üstünlüğünü” yine konuşturur, podyumları yine o işgal eder, o kara çocuklara yine onları alkışlamak düşer...

 

Türkiye’de evlerin kilerlerindeki, balkonlarındaki bisiklet sayısının sokaktakinden kat kat fazla olduğundan bahsediyorsun. Bisikletin pahalı ve tehlikeli bir ilgi alanı olduğuna dair genel bir algı var sanki. Bu nasıl aşılacak?

Bisikletin eskisi kadar pahalı ve ulaşılamaz olduğunu düşünmüyorum. Evet araba fiyatına satılan bisikletler var ama bunlar zaten bütün dünyada bu işin binde biri. Ortalama bir bisiklet bugün hiç de pahalı değil. Diğer yandan, tehlike kısmı doğru. Şehir trafiğinde kelle koltukta bir durum var. Ama illa bisiklete binmek istiyorsanız seçenek bol. Alırsınız bir dağ bisikleti, çıkarsınız patika yollara, o dağlara, kırlara, o karlı ovaya... Gözleri görmeyen iki kütüphaneciden söz ettim. Onlar o halleriyle kitap okuyor biz bisiklet pahalı, memleket çok yokuşlu diye bahaneler üretiyoruz. Gayri Safi Millî Hasıla’yı bilmem ama, Gayri Safi Millî Bahane’miz hayli yüksek.

Yalan mı?