Bantmag

MÜZİK SADECE GÜZEL KAPAKLI PLAKLARDAN İBARET DEĞİLDİR…

Herkes belli bir yıl içinde çıkan sevdiği albümleri sıraya koyabilir. Ama önceki senenin keşfedilmemiş albümleri ya da sonradan keşfedilenler ne olacak? Kötü müzik anları ne olacak? Nevresimler ne olacak? İyisiyle, kötüsüyle 2012’de yaşadığım, müzik adına en önemli anlar şöyle:

 

8. Gregory Porter, Babylon Konseri:  Yedi yıl kadar önce eski arkadaşım Steve Clements, The Research konserine gitmemi söyledi. Gittim, harikalardı. Birkaç ay önce aynı adam Gregory Porter’ı canlı izlemem gerektiğini söyledi. İzledim, harikaydı. Eski Amerikan futbolu oyuncusu, şimdilerdeyse caz besteciliği ile şarkıcılık yapan Porter bana tüm senenin en büyüleyici ve enerjik performansını yaşattı. Size bir tavsiye vereyim: Steve Clements’le arkadaş olun ve size bir konsere gitmenizi tembihlerse kesinlikle gidin.

 

7. Battaniye Kutusu: Bu yaz evimi taşıdım. Her zaman olduğu gibi yine birçok eşyamı eski evimde bıraktığımdan, kışın yaklaşmasıyla birlikte bazı gerekli şeyleri yeniden almam gerekti. Beşiktaş’ta uzun bir yürüyüşe çıktım ve küçük bir nevresimciye girdim. Genç bir adam bana çeşitli battaniyeler gösterdi. Ama ne Beşiktaş ne de Newcastle United hayranı olduğumdan bana hitap eden çok fazla seçenek yoktu; ta ki bir şey gözüme çarpana kadar. Battaniyelerden birinin kutusunda şirin küçük bir yatak vardı, ama yatağın yanındaki de neydi? Daha yakından baktım. Çerçeve miydi? Biraz daha inceledim, ve haklı çıktım. Türk malı bir battaniyenin paketindeki yatağın yanında Serge Gainsbourg ile Jane Birkin’in bir fotoğrafı vardı. Battaniyeyi derhâl satın aldım. Ama Sergio nasıl kendini orada bulmuştu? Serge kendi kendine belirmez tabiî. Oraya nasıl gelmişti? Tam da o aralar Cannabis’in müziklerini dinliyor olmam tesadüften mi ibaretti? Yoksa Sergio’nun hayaleti bana en rahat ve sıcak tutan battaniyeyi bulmamda rehberlik mi etmişti? Kim bilir...

 

6. Simon Johns’un evinde The17:  Geçen sayıdaki yazımda incelediğim The17, prodüktör, müzisyen ve konsept sanatçısı Bill Drummond’ın bir projesi. Nasıl olduğunu burada açıklamak biraz zor, ama özet olarak ben ve çok sevdiğim bir arkadaşım tek bir notayı beş dakikalığına söylediğimiz bir kayıt yaptık. Bu kayıt daha sonra dört tane benzer kayıtla harmanlandı, birlikte çalındı ve sonra sonsuza kadar ortadan kaldırıldı. Ayrıca hepimizin dini farklıydı. Ayrıca aynı şey Londra’da da oldu. Evet, garip bir şeydi ama bir yandan da harikaydı ve bunun bir parçası olabildiğim için kendimi çok şanslı sayıyorum.

 

5. Davy Jones’un ölümü: Aramızdan ayrılan birçok büyük müzisyenden birisi de The Monkees’in mavi gözlü, Manchester’lı çocuğu Davy Jones idi. Neslimin çoğunluğu gibi ben de televizyonda The Monkees tekrarları izleyerek büyüdüm (çünkü 1980’ler Thatcher’ın eğlenceli çocuk programları yapılmasını yasakladığı bir zamandı) ve ergenliğimi 1990’larda yaşadığımdan doğal olarak 60’lar pop müziğine kafayı takmıştım. Ama The Monkees’i sevmemin asıl sebebi Head filmi, özellikle de filmdeki “The Porpoise Song” şarkısıdır. “The Porpoise Song” aslında en sevdiğim şarkıdır. Bu o kadar uzun süredir böyle ki neden bu şarkıyı seçtiğimi hatırlamıyorum bile, ama insanın en sevdiği şarkısının olması önemlidir (bunun sebebini de hatırlamıyorum). Öldüğümde, tabutum yakılmaya hazırlanırken bu şarkının çalmasını istiyorum. Ayrıca tabutta benimle Bono da bulunsun istiyorum. Canlı olarak.

 

4. Rehber’in Peyote’de “Working Class Hero” söylemesi: Bazı akşamları Peyote’de, İstanbul’da küçük bir alternatif müzik mekânında, tek başıma geçirerek bağımsız grupları dinliyorum. Bunu yapıyorum çünkü bu havalı bir şey ve ben de havalı biriyim. Ayrıca ne televizyonum var ne de arkadaşım. Neyse, bazı gruplar berbat oluyor, bazıları eğlenceli, bazı gruplar da inanılmaz bir setten sonra John Lennon klasiği “Working Class Hero”nun unutulmaz versiyonlarıyla konserlerini sonlandırıyor. Bu cover’ı bu kadar iyi yapan belki solistin harika, derin vokalleri ya da blues gitarıydı. Belki de sözlerin Türkçeye çevrilmiş olmasıydı, böylece John Lennon’ın kendine acıyan boş laflarını dinlemek zorunda kalmamıştım. Rehber’in “Working Class Hero”sunun orijinalinden daha iyi olduğunu söylemek kulağa biraz abartılı gelebilir, ama yine de söyleyeceğim. Çünkü söyleyebilirim. Orijinalinden daha iyiydi.

 

3. İngiltere Kraliçesi’nin Elmas Jübilesi: Berbattı. İnanılmaz iğrençti. Zaten çok kötü olmasını bekliyordum ve sadece bu düşüncemi tasdik etmek için izlemiştim, ama bu kadar kötü olacağını tahmin etmemiştim. Bir opera şarkıcısı Elvis söyleyerek sarhoş amcanız gibi dans ediyordu. Robbie Williams kariyerini 1990’ların sonundan kurtarmak için bir kez daha utanç verici bir çaba sergiliyordu. Elton John ve Paul McCartney gibi acınacak derecede kötü performanslar vererek popüler olan insanlar vardı. Neredeyse müzikten nefret edecektim. Bir kişi bile kraliçeye küfretmedi, ya da kötü niyetli asalak pisliğin teki olduğunu ifşa etmedi. Bunu izlerken İngiliz olmaktan utandım. Daha doğrusu her zamankinden biraz daha fazla utandım.

 

2. Youtube’da Stealing Sheep: Daha önce hiç dinlemediğim bu üçlüye hangi video önerileriyle ulaştığımı hatırlamıyorum. Ama “Genevieve” şarkısını dinledikten hemen sonra albümlerini sipariş ettim. Sonra eve gittim, birkaç tane daha şarkı aradım ve bunu buldum: https://www.youtube.com/watch?v=-GDTd-AD9GU. Şarkının başını duyar duymaz yere yığılarak ağlamaya başladım. Gerçekten hıçkırarak ağladım, bir ara boğulup öleceğimi sandım. 2012’de yaptığım tüm hatalar (bir sürü küçük hata yaptım, bir tane de kocaman) ve kendimi içinde bulduğum durum için ağladım. Açıkçası ben İngilizlerin bile soğuk ve duygusal olarak mesafeli sayacağı bir insanım. Sevgililerim, ailem ve arkadaşlarım benim hep şaka yapan, kötümser tarafımı görürler; sevgimi çok nadir ifade ederim. Bütün ilişkilerimin başarısız olmasının ve arada sırada yıkılarak küçük krizlere girmemin sebebi bu; ama bir yandan da pop müziği sevmemin asıl sebebi. Çok önemli bir şey değil (çoğunuz ne kadar grip atlattıysa ben de o kadar kriz atlattım) azıcık ağlayıverip hayata göğüs germeye devam ediyorum. Ama hayatımın çok kötü bir döneminde, bu şarkıyla ve bu grupla aynı şehirden olmamla avundum. Liverpoollular olarak pop müzik konusunda çok çok başarılıyız.

 

1. John Adams: CV, Facebook sayfası ya da arkadaşlık sitesi profili okurken “İlgilendikleri: Müzik” yazısını gördüğünüzde biraz rahatsız olmuyor musunuz? Bizim için müzik bir hobi ya da ilgilendiğimiz bir şey değil, bir yolculuktur. 2012’de benim yolculuğum beni post-minimalist klasik müziğe taşıyarak, Terry Riley’nin sonradan yaptığı besteleri, Gloria Coates’un senfonilerini ve John Adams’ı keşfetmemi sağladı. Bir gün eve yürürken müzikçalarımda birden “Short Ride in a Fast Machine” çalmaya başladı ve o kadar görkemli bir şeydi ki nefesim kesildi. John Adams’ın müziğinden hiç zaman kaybetmeden biraz daha sipariş ettim. Ve iki hafta sonra kendimi Nixon in China operasını üst üste dinlerken buldum. 2012’de en çok çaldığım albüm bu oldu. Müzik dünyası konusunda az bilgi sahibi değilim, ama bence bu olay her zaman keşfedilmeyi bekleyen yeni patikalar, bizi harika müziklerin beklediği ayak basılmamış caddelerin var olacağının kanıtı. Müziği sevmemin nedeni bu işte; hayatta insanı sürekli hayal kırıklığına uğratmayan tek şey olması.