






TÜRKİYE’DE İLK KEZ GEÇTİĞİMİZ İSTANBUL FİLM FESTİVALİ’NDE SEYİRCİ KARŞISINA ÇIKAN VE İZLEYENLERİ KENDİSİNE HAYRAN BIRAKAN “TEPENİN ARDI”, BİR İLK FİLMDEN BEKLENMEYECEK KADAR OLGUN VE ETKİLEYİCİ BİR ÇALIŞMAYDI.
Film, Berlin Film Festivali’nde başladığı ödül yolculuğunu, İstanbul Film Festivali’ndeki Altın Lale ödülünün ardından Türkiye ve dünyada da sürdürdü. En son geçtiğimiz ay Asya Pasifik Ödülleri’nden en iyi film seçilerek ayrıldı. Bunca başarının ardından nihayet 14 Aralık’ta vizyona girecek olan Tepenin Ardı, salon bulmakta zorlansa da sonunda vizyon seyircisiyle buluşma imkânına kavuşuyor.
Kuşkusuz son dönemin en yetkin yerli filmlerinden olan Tepenin Ardı’nı, ödüllü yönetmeni Emin Alper’la konuştuk…
Tepenin Ardı, son dönem Türkiye sinemasında karşımıza çıkan en güçlü ve çarpıcı filmlerden biri. Anlatımındaki olgunluk ve tutarlı rejisiyle de, bilmeyen birinin ilk film olduğunu ayırt etmesinin bir hayli güç olduğu bir yapım. Hikâyesini merak ettiğim bir soruyla başlamak istiyorum. Bu iş nasıl başladı? Yani, dert edindiğin şeyleri anlatmak için mi sinemayı seçtin, yoksa bizzat sinemanın kendisini dert ettin de, ona uygun hikâyeler mi anlatıyorsun?
Bu işin nasıl başladığını çok hatırlamıyorum. Ama galiba ortaokul sıralarında yazar olmak istediğime karar vermiştim. Şunun için yazıyorum bunun için yazıyorum tarzı tumturaklı iddialara çok inanmıyorum. Genelde yazma ya da sanat yapma tutkusu küçük yaşlarda başlar ve niye başladığını da hiçbir zaman bilemeyiz, ancak sonradan bu tutkuyu anlamlandırmaya çalışırız. Ben oldum olası okumayı, film izlemeyi ve bunlardan etkilenerek hikâyeler uydurmayı severdim. Anlattığım uydurma hikâyelerin de insanları etkilediğini görünce mest olurdum. Herhâlde ilk motivasyon hikâyelerle etkileme arzusuydu. Lise yıllarında yazar olma isteği yerini film yapma isteğine bıraktı. O dönem gördüğüm filmlerin büyüleyici etkisi nedeniyle herhalde. Tabiî yıllar içinde entelektüel kaygılar devreye girdi ve bahsettiğim o basit etkileme arzusunun yanında başka dertler de yerini aldı. Hayatta beni şaşırtan, bir türlü anlam veremediğim ve alışamadığım meseleleri dert ettim ve bu dertler kaçınılmaz olarak ilk filmime yansıdı. Ve tabiî yıllarca sanat ve sinema üzerine düşünmüş bir insan olarak dert ettiğim şeyleri anlatmak kadar nasıl anlatmak istediğimi de dert edinmeye başladım.
Tepenin Ardı’nın kahramanları, dışarının ne olduğuna ya da dışarıda kimler olduğuna kafa yormak yerine, kendilerine benzemeyenler hakkındaki tahminleri üzerinden çeşitli sonuçlara varıyor. Filmde gündelik bir sorundan kaynaklı gibi duran bu çatışma, aslında kökeninde kimliklerle ilgili bir önyargıya mı dayanıyor?
Kimlik meselesi çok öne çıkmıyor aslında filmde. En azından Faik karakteri dışındakiler için. Faik içinse bu daha çok bir mülkiyet ve medeniyet sorunu. Yörükler onun için ehlileştirilmesi, yerleşikleştirilmesi, mülkiyet haklarına saygı duymalarının öğretilmesi gereken insanlar. Tabiî ki bu önyargıları kadar gündelik hayat deneyiminden kaynaklanan çıkarlarının ona söylediği bir şey. Diğerleri içinse Yörükler bir saplantı nesnesi değil. Onlar için daha çok suçluluklarını örtebilecekleri bir sahte hedef. Diğer karakterlerin yanılsamalarından ziyade kabahatlerini örtme isteği ortak hedefte birleştiriyor. Elbette Zafer’in ölümünden sonra artık daha somut bir gerekçe ortaya çıkıyor: intikam isteği.
Filmde askerlik olgusuyla ilgili de ilginç doneler mevcut. Filmde kim olduğu muğlak bir düşmana karşı birlik olma durumuyla, Berk Hakman’ın canlandırdığı büyük kardeşin askerlik dönemi travmaları arasında bir paralellik kurmak mümkün. Bu karakter özelinde bakarsak, sana göre asker, kendi elimizle yarattığımız düşmanın varoluşuna hizmet eden bir kurban mı?
Yukarıda “bir türlü anlam veremediğim” dertlerimden bahsetmiştim. Bunlardan biri de şudur: Nasıl olur da bir insan topluluğu bir diğerini kendi varoluşuna tehdit olarak görür ve kendi yaşayışının idamesini başkalarının yok edilmesine bağlar. Kıt kaynaklar teorisi çok az şeyi açıklıyor. En büyük katliamların çağı 20. yüzyılda hiçbir kaynak sıkıntısı çekilmiyordu aksine kaynaklar eskiye nazaran müthiş artıyordu. Dolayısıyla düşman dediğimiz şey tarih boyunca hep daha çok hayalî olmuş bir şey. Bütün savaşları ve bütün düşmanlıkları aynı kefeye koyamayız tabiî, ancak nasıl millet Benedict Anderson’ın dediği gibi muhayyel bir cemaat ise düşman da en genel anlamıyla muhayyel bir cemaattir. Asker ise muhayyel cemaatlerin muhayyel düşmanlara karşı yok edicisi / koruyucusu ya da katil ve kurbanı. Zafer ise muhayyel bir düşmanla mücadele eden ailemizin mikrokozmozuyla ulusun düşmanlarıyla savaşmaktan gelmesiyle daha büyük bir gerçekliği birbirine bağlayan bir karakter. Hem millî gerçeğimizin hem de filmdeki ailemizin kurbanı.
Tepenin Ardı’nın kurduğu erkek dünyası, –özellikle de adamlar ve çocukların aile içindeki rolleri ve üstlendikleri kimlikler bakımından– bana yer yer Tatil Kitabı’nı anımsattı. Senin filme yabancılaşmadan bakabilmen mümkün değildir muhakkak ama dışarıdan bakmaya çalışırsan böyle bir benzerlikten söz etmek sence de mümkün mü?
Erkek karakterlerin dünyasına bakmalarıyla bir ortaklık var elbette. Ama Seyfi’nin kurduğu dünyada karakterler daha çok gerçek hayattaki gibi farklılıklar arz ediyor. Sertlikleri, sevecenlikleri, hayalleri ve umutlarıyla varlar. Bu filmde daha az gerçekçi daha grotesk bir hikâye var. Bu anlamda karakterler daha tek yönlü çiziliyor. Onların saplantıları, korkuları ve ikiyüzlülükleri vurgulanıyor. Seyfi ile çok eski bir dostluğumuz ve ortaklığımız vardı; ama hep hikâye anlatma tarzlarımızda bir farklılık olageldi. Buna rağmen birbirimizi, dertlerimizi, ne yapmak istediğimizi çok iyi anlardık.
Bu yıl özellikle yurtiçi festivallerde yarışan Gözetleme Kulesi, Araf, Ateşin Düştüğü Yer ve Şimdiki Zaman gibi filmlerin özelinde, beyazperdede kadın temsili ve karakterlerin hikâyedeki işleviyle ilgili çeşitli tartışmalar oldu. Tepenin Ardı’nda da filmin erkeklerini birbirine eklemleyen bir kadın karakter mevcut. Sence Tepenin Ardı’nın kadını bu temsillerden hangisine yakın duruyor ve bu ülkede film üreten bir yönetmen olarak bu tartışmalarla ilgili ne düşünüyorsun?
Utanarak sadece Araf ve Şimdiki Zaman’ı izleyebildiğimi söylüyorum. Dolayısıyla genel bir tespit yapacak durumda değilim. Bizim filmdeki kadın karakter ise olumlu bir işleve sahip olmasına rağmen hikâyedeki işlevi dönüştürücü değil. Daha çok pasif bir kurban rolünde. Bu zayıf olduğu anlamına gelmiyor. Olayları durdurmak istiyor ancak buna gücü yetmiyor. Dolayısıyla olayların akışını değiştirip “aktör” olamıyor. Ancak kim böyle olabiliyor ki diye sorabilirim. Faik dışında hiç kimse gittikçe kontrolden çıkan olayların gidişatını değiştirme isteği ve iradesine sahip gözükmüyor. Tabiî Meryem karakteri böyle bir irade göstermesine rağmen bunu beceremiyor. Bu da büyük ölçüde onun evde kapatılmış olması nedeniyle dışarıda ne olup bittiğinden haberdar olmamasından kaynaklanıyor. Sadece sezgileriyle yaptığı uyarılar kaale alınmasını engelliyor.
Gerek yurtiçinden, gerek yurtdışından gelen ödül ve övgüleri, filme gösterilen ilgi ve son birkaç aydır yaşadıklarını nasıl karşılıyorsun? İlk uzun metrajınla kazandığın bunca başarı ve alâka, seni ilerisiyle ilgili panikletmiyor mu?
Tabiî ki bunlar mutluluk verici. Ama söylediğin gibi korkutucu bir tarafı da var. Hem bir taraftan gelecek filmlerin yapım koşullarını kolaylaştırması gibi bir etkisi var bu başarının hem de ikinci film konusunda üzerinde baskı oluşturması anlamında olumsuz bir etkisi. İkinci filmle hayalkırıklığı yaratma korkusu mutlaka beni de etkiliyor. Elimden geldiğince bu kaygıdan azade tutmaya çalışıyorum kendimi.