Bantmag

BÖYLE BİR CÜMLENİN SAHİBİNDEN, BELKİ DE İNSANLIK TARİHİNİN EN ÇETREFİLLİ DUYGULARINDAN BİRİSİNE DAİR ADI ÜZERİNDE BİR FİLM; “AMOUR”. (2012)

 

Haneke perspektifinden aşkı izlemek aslında dayak yerken sırtınızı dayayacağınız bir duvarın dahi yok olmasıyla eşanlamlı. Cannes 2012, Palme d’Or ödüllü Amour, Haneke’nin aşk konusunu masaya yatırıp bildik soğukkanlı tavrını sergilediği son filmi. Filmde söz konusu duygudan aldığı güçle sorgulayıcı ve konuya karşı mesafeli duruşunu birleştirip en sert vuruşunu yapıyor.

 

Seksenli yaşlarında müzik öğretmenliğinden emekli mutlu bir çift; Georges ve Anna. Ancak her şey Anna’nın bir felç geçirmesiyle dönüşüme uğrar. Dönüşüm her daim değişimi de yanında taşır. Georges, Anna felç olunca, aşkını kaybetme korkusuyla yüzleşmek zorunda kalır.

 

Film ismi itibariyle konunun naif bir şekilde inceleneceğini düşündürtse de Haneke daha ilk sahnede sizi bu yanılsamadan uzaklaştırıyor. Polisler, Georges’un kapısını açarken izleyenlerin de algı kapıları aralanmaya başlıyor. Yönetmenin filmlerinde karakterle özdeşleşmek neredeyse imkânsız. Duygular farklı algılarda apayrı şekillenir. Bu şekilde yapılmak istenen, izleyiciyi her daim sorgulama için uyanık tutmak.

 

Tabiî ki oyuncuların da bu sorgulamadaki payı yadsınamaz boyutlarda. Filmde renk ve ses kullanımındaki duruluk kameranın dinginliğiyle birleşerek oyunculukların öne çıkmasına olanak sağlıyor. Filmin neredeyse tamamında gözleriyle oynayan Emmanulle Riva ve büyük duygu değişimlerini küçük(!) oyunlarla sergileyen Jean-Louis Trintignant filmin en büyük değerleri olarak karşımıza çıkarlarken Haneke aslında kendi üslubuna dair enstrümanlarını da yaratmış oluyor.

 

Georges’in yaşadığı travmatik süreç, Anna’nın geçirdiği felçten daha vahim. Çünkü Georges hem karısıyla birlikte aynı felci kendi bedeninde hisseder, hem de onu iyileştirmenin yollarını ararken büyük bir çaresizliğin içine düşüp ruhsal yönden de bir çöküntü yaşar.

 

Anna’nın bakımını tek başına üstlenen Georges, kendi kızı başta olmak üzere hiç kimseyi bu tedaviye dâhil etmek istemez. Metanetle eşinin her türlü gereksinimini karşılarken içten içe bir saplantının da pençesine düşer; Anna’yı yalnızca kendisinin iyi etmesi. Bu saplantı, her ikisini de dostlarından, çevrelerindeki tüm insanlardan uzaklaştırıp yalnızlaştırır. Georges’un seyirciye, hattâ kendisine dahi belli etmediği hırsı, toplumdan izole olmasına ve ördüğü kozasının içine tutsak olmasına yol açar.

 

Kaybedilene veya beklenene duyulan aşk, hem bir iç huzuru hem de bir iç yıkımı beraberinde getirir. Birey bu ikilem içerisinde savrularak kendisine bir dünya kurar ve bu kurgu içerisinde yalnızlaşarak çevresinden soyutlanır. Amour’da Georges karakterinin yaşadıkları da özünde budur. Sinemada çokça işlenen bu çıkmaza, Yusuf Atılgan’ın kitabından uyarlanan Anayurt Oteli’nde de rastlarız.

 

1986 yapımı Ömer Kavur filminde Anayurt Oteli’ni işleten başkarakter Zebercet, orada yaşayan yapayalnız birisidir. Zebercet, aşkı bir gece otele gelen yabancı bir kadında bulduğuna inanır. Kadının geceyi orada geçirip bir hafta içerisinde döneceğini söylemesiyle de Zebercet kendisini ümitsiz bir bekleyişin içerisinde bulur.

 

Macit Koper, Zebercet’i yorumlarken göz ardı edilemeyecek bir yalınlık ve psikolojik gerilimi/boşluğu hakkıyla veren bir performans sergilemektedir. Kırılgan, içe kapanık ve bir o kadar da tüm gemileri yakabilen bir karakterin varlığı daha ilk andan itibaren hissedilir.

 

Zebercet’in, otelin hizmetçisi, otel müşterileri ve mahalle esnafıyla birlikte pek de kalabalık olmayan bir dünyası vardır. Zaten çok da içerisinde olmak istemediği bu dünyadan “o” kadına duyduğu aşkla büsbütün uzaklaşmış olur. Artık bekleyişin getirdiği bir rutinin içerisindedir. Her sabah kadının kaldığı odaya gidip âdeta bir ritüel gibi odanın, kadının bıraktığı şekilde olup olmadığını kontrol eder. Çünkü odanın aynı kalması hâlinde kadının geri döneceğine inanmaktadır. Aynı zamanda bu durum kadına dair anılarını da canlı tutmakta ve günden güne daha büyük bir saplantı hâlini almaktadır.  

 

Bu bekleyiş esnasında Zebercet, çevresini incelemeye başlar. Topluma dair gördükleri onu dışa kapalı hâle getirirken iç dünyasında yeşerttiği sanrılar daha da canlanır. İletişim kopuklukları, duygusal ve cinsel boşlukları bu süreç içerisinde belirginleşir ve artık rahatsız edici boyutlara ulaşır. Kavur, edebiyatın bu sıradışı karakterini beyaz perdede yeni baştan yaratırken onun aracılığıyla kilitli kapılar ardındaki bireyin karanlık ve sevgisiz hâllerini dile getirir.

 

Amour ve Anayurt Oteli arasındaki benzerlikler çok ilgi çekicidir. Her iki film de başlangıcını bir kapı açılışı ve dışarıdan içeriye bir girişle gerçekleştirerek âdeta akrabalıklarını ilan ederler. Polislerin kapıyı kırarak içeri girmesiyle başlayan Amour’un karşısında Anayurt Oteli’nin ilk sahnesinde gecikmeli Ankara treniyle gelmiş olan kadının kapıdan içeri girip lobiye yaklaşması görülür. Ayrıca her iki filmin karakterlerindeki saplantı ve bu saplantı aracılığıyla giderek daha da yalnızlaşması oldukça paraleldir. Her iki filmde de başkarakter tarafından dışlanan, öykü dışı bırakılan yan karakterler vardır; Amour’un kapıcısı ve Anayurt Oteli’nin hizmetçisi.

 

Bununla birlikte Georges ile Zebercet’in aynı kaderi paylaşan, aynı tepkileri veren iki eş ruhlu karakter olduğu çok net söylenebilmektedir. İkisi de sanrılar görmekte, kendi yarattıkları düşün içine düşmekte, gerçeklikten uzaklaşıp düşlerle avunmayı tercih etmektedir. Birisi dairenin pencerelerini ve kapılarını kilitleyip dört bir yana muşambalar çekerken diğeri otelini kapatır, kilitler ve hattâ birisini beklediğini bilmemize karşın kapı zilinin telini dahi keser.

 

Georges, ezkaza dairesine giren güvercini yakalamakla yetinmeyip onunla bir tutsaklık oyununa girişir. Zebercet ise içerideki kediyi yakalamaya ve ona sebepsiz yere şiddet uygulamaya çalışır. İkisi de çevresindeki hayvanla içinde bulundukları durumu dışa vurur hâle gelmişlerdir. Georges ve Zebercet, bağlı oldukları çevreden izole olmayı ve aşklarını tek başlarına yaşamayı seçerler. Hepsinden de önemlisi, ikisinin de tek çözümü ölümde bulmasıdır.

 

Sinemanın iki saygın yönetmeni Micheal Haneke ve Ömer Kavur, farklı zamanlarda ve farklı coğrafyalarda aynı bireysel ve bir o kadar da toplumsal sorunsala işaret eder; kişinin yalnız ve sevgisiz duygusal boşluğuna. Her ne kadar ölümü, karakterlerin içinden çıkamadığı ağdan bir kurtuluş olarak hikâyelerini sonlandırsalar da aslında her iki yönetmenin esas amacı bireydeki hasarları seyirciye göstermek ve bireysel gibi duran ancak aslında son derece toplumsal olan bir psikolojik yıkımı betimlemektir.

 

Bundandır ki Zebercet’in hikâyesi daha henüz adını söyleyemeden sona erer; “Benim adım…”

 

 

Bu yazı Fil’m Hafızası tarafından, Bant Mag. için hazırlanmıştır.