Bantmag

HAMURSUZ FIRINI, ARALIK AYI BOYUNCA “TAHAYYÜL VE KARŞILAŞMALAR ARASINDA: DİYARBAKIRLI VE MUĞLALI GENÇLER ANLATIYOR” SERGİSİNE EV SAHİPLİĞİ YAPIYOR. DİYARBAKIR, MUĞLA VE BERLİN’DEKI TÜRKIYELİ GENÇLERLE YAPILAN SÖZLÜ TARİH MÜLAKATLARININ ÜRÜNÜ OLAN SERGİ, DÖNÜŞTÜRÜCÜ BİR TECRÜBE VAAT EDİYOR.

 

Her ne kadar genel kanı, sözlü tarihin değerini aktarılan tarihsel bilginin hakikîliğinde arasa da, sözlü tarihin asıl marifeti, “ne hatırlıyoruz”dan ziyade “nasıl hatırlıyoruz” sorusunu sormak. Hatırlama biçimlerimiz ise bireysel yaşanmışlıklarla tarihsel kurgular arasındaki kaygan zeminde şekilleniyor.

 

Bu yüzden Tahayyül ve Karşılaşmalar Arasında alt başlığı seçilmiş sergi için.  Türkiye’nin “Batı”sından bir il, Muğla, ve “Doğu”sundan bir il, Diyarbakır’dan 100’ün üzerinde gençle mülakatlar yapılmış, onların geçmişe dair anlatıları ve geleceğe yönelik kurguları dinlenmiş.

 

Tabiî Diyarbakır ve Muğla seçimleri bir tesadüf değil. Doğu ve Batı olarak tahayyül ettiğimiz mekânlar ve tecrübeler arasında son yıllarda giderek yükselen “algısal duvar”ın peşine düşmüş Türkiyeli Gençler Anlatıyor projesi. Burada ironik olan ise bu algısal duvarın insanların zorunlu ya da iradî göçlerle sürekli olarak yer değiştirdiği, iletişim ağlarının mesafeleri yok ettiği bir devirde yükseliyor olması.

 

Birçoğumuzun çocukluk ve gençlik yıllarına denk gelen 90’lar Türkiye’de Kürt işadamları listelerinin sokak magandalarının eline salındığı, faili meçhullerin ayyuka çıktığı, korucu olmayı reddeden Kürt köylerinin yakılıp hiçbir sosyal güvence verilmeden şehirlere sürüldüğü meçhul yıllardı.

 

Diyarbakır köylerinde durum böyleyken Muğla ise, 1980’lerde İngiliz turizminin patlamasıyla ekonomik olarak büyümüş, sahilde tarlaları bulunan köylüler tarlalarını turistik işletmelere satarak köşeyi dönmüş, çocukları ise en azından günde 12 saat barlarda çalışmayacak kadar birikim elde etmişti.

 

Aynı zamanda geçim kaynakları olan topraklarından kopartılan Kürtler ise, Muğla’da büyüyen turizm endüstrisine ucuz iş gücü olarak eklemlendi. Ege ise, “Doğu” ona yakınlaştığı ölçüde “Batılı” oldu, bir nevi “Doğu”yu gittikçe çeperlerine itti.

 

Bodrum’un yerlisi olan Cemal çok iyi özetliyor Muğla’nın dönüşümünü: “Biz de zaten Bodrum’da turizm olmasaydı Türkiye’nin Doğu’suyduk, Egeli olarak.”

 

Türkiye’de “Doğu,” tarihsel bağlamından kopartılarak, köktenci bir şekilde az gelişmişlikle eşdeğer bir anlama sahip olageldi; o çok meşhur Batılılaşma hikâyemiz bunu gerektiriyordu çünkü.

 

Hâlbuki, Diyarbakır’ın hikâyesi bambaşka. 1980’lerin ikinci yarısında tırmanıp 1990’larda zirveye ulaşan savaş, toplumsal bellekte geçmişle bugün arasında bir kırılma noktası olarak tecrübe ediliyor ve geçmiş, kurtulmak istenen bir şeyden ziyade özlem duyulan bir mekân haline geliyor.

 

26 yaşındaki Elif, Silvanlı, Kürt. Büyükannesi Ermeni. Çocukluğunu şöyle özetliyor: “Hani hep biz romanlarda okuruz ya da filmlerde falan, senaryolarda izleriz ya, ama hakikaten öyle bir hayat; kalabalık ve mutlu.” Elif 6 yaşına geldiğinde ise daha önce evi olan sokaklar tekinsiz, evi ise kalkanları oluveriyor:

 

“… panzer geçerdi bizim evin karşısına, duvarlar delik deşikti zaten. Bildiğin böyle tararsın ya bir yeri, öyle. Taranırdı ev. Komple taranırdı. Çekyatta yatmazdık biz. Annemler mesela yataklarının üstünde yatmazlardı. Aşağıda. Çünkü duvarlar küçük tuğlalardan yapılmış. Sağlam, kurşun geçirmiyor. Ama camlar kurşun geçiriyor.”

 

Elif, 8 yaşındayken ailesiyle birlikte Antalya’ya göçmek zorunda kalıyor, ancak ev sahipleri onlara ev vermeyi reddediyor, sebebi malûm. Belirtmekte fayda var ki, turistik bölgelerde Kürt göçmenlere yönelik ırkçı söylemler, yalnızca sınıfsal nefretin ötesinde. Örneğin, işçi olarak Muğla’ya gelenler bir yana, Muğla’ya göç edip ekonomik anlamda başarılı olan Kürtlerin yarattığı ekonomik rekabet de ırkçı söylemleri tetiklemeye yetiyor.

 

Diyarbakır ve Muğla’da hayatın seyri radikal bir biçimde farklıydı, hâlâ da farklı. Ancak bunu sadece “Doğu” ve “Batı” tecrübeleri arasındaki farka indirgemek kadar hatalı bir çıkarım olamaz. Dip dibe yaşadığımız komşularımızla aramızdaki uzlaştırılamaz farklar düşünüldüğünde, Türkiye’nin yapısını daha iyi anlayabiliyoruz. Farklılıkların kamusal alanda temsil edilemediği, iletişime sokulamadığı ve özel yaşamlarımızda, bazen de hatıralarımızda saklı kaldığı bir ülke burası.

 

Tahayyül ve Karşılaşmalar Arasında sergisi, farklılıkları iletişime sokma; bir adım geri çekilip, farklı hayatları, kimlikleri birbiriyle ilişki içerisinde okuma çabası. Son tahlilde, Türkiyeli gençlerin derdi aynı: Tek bir vatandaşlık ve kültürel miras ideali üzerine kurulmuş ulusal tahayyüle bir türlü sığamamak; sürekli olarak idealleştirilen bir Batı’nın aynası olmak zorunda kalmak, bunun uğruna sürekli göç etmek.

 

29 Aralık’a kadar Hamursuz Fırını’nda görülebilecek olan sergide yapılan mülakatların video ve ses enstalasyonları bulunuyor. Ayrıca, mülakatlardan derlenen not defterleri şeklindeki seçkilerden dilediğiniz sayfaları koparıp kendinize parçalı bir “Türkiye romanı” oluşturabilmeniz de mümkün. Her anlamda dönüştürücü bir tecrübe olacağına inandığım sergiyi herkesin görmesini tavsiye ediyorum.

 

Not: Tahayyül ve Karşılaşmalar Arasında: Diyarbakırlı ve Muğlalı Gençler Anlatıyor projesi Sabancı Üniversitesi’nden Prof. Leyla Neyzi ve ekibi tarafından iki senelik hummalı bir çalışma neticesinde ortaya çıkmış. www.gencleranlatiyor.org adresinden ulaşılabilen projenin bir ayağı websitesi, diğer ayağı bahsi geçen sergi. Kitap ise yolda. Proje; Stiftung Mercator, İstanbul Politikalar Merkezi, Açık Toplum Vakfı, Global Dialogue ve Heinrich Böll Stiftung tarafından destekleniyor.