Bantmag

EKMEK VE ZEYTİN - AHMET BÜKE
YAZI* ÇİĞDEM ÖZTÜRK

[Geçen yıl] Gazetelerde, 16 Eylül’de şu haber vardı: “Cezaevi aracı yandı: 5 mahkûm öldü”. Van’dan İstanbul’a giden araçta çıkan yangın sebebiyle paniğe kapılan görevlilerin, mahkûmların tıkıldığı bölümün anahtarlarını bulamadıklarını ve beş kişinin diri diri yandığını kamuoyu bu haberden öğrendi. Herkes ah vah etti, sonra unutuldu, gitti. Peki böylesi acıları unutamayanlar, bir türlü huzur bulamayanlar? Onların yüreklerine biraz olsun Ahmet Büke su serpiyor, hem de taş gibi ağır öyküleriyle. Büke, beşinci öykü kitabı Ekmek ve Zeytin’in ilk öyküsü “Tanrı Bir Devlet Bir”de bu beş mahkûmun kurmaca öykülerini anlatarak bizi gerçeğe gazete haberlerinden daha çok yaklaştırıyor. Cezaevi aracının birazdan geçeceği otoyolun kenarında uçuşan karahindibalardan başlıyor anlatmaya. Aracın içindeki ve dışındaki dünyayı tarifliyor. Araçtaki mahkûmlardan Ali’nin aklı, kalın kartonlara sarıp çarşafının içine sıkıştırdığı kara kalemlerinde. Motorun sesi kişnemeye dönüşüp acı bir duman yükseldiğinde karıncaların kanı donuyor, havadaki kartal tanrıya isyan ediyor. Birbirine kelepçelenmiş mahkûmlar sağ kurtulamıyor metal kutudan.

 

Onunki de bir tür gazetecilik. Ama gazetelerde her gün rastlanan cinsten soğuk dilli habercilik değil. Belki bir zamanlar Yaşar Kemal’in, Fikret Otyam’ın birer “muhabir” olarak gazetede yazdıklarını akla düşürüyor. Büke, etinden kemiğinden sıyrılarak başka biçimlere girerek anlatıyor hikâyelerini, sıradan bir gözün farkına varabileceği ayrıntıların çok ötesinde bir yerden. Tür değiştiriyor. Martı oluyor, karınca, balık, sinek oluyor, göbeği çatlamış incir oluyor, koltuğun altına sıkışan terlik teki oluyor, cezaevi nakil aracı içinde mahkûmların kelepleçelendiği metal tavandaki kiriş oluyor, faili meçhul torununu kemiklerinden tanıyan ninenin parmakları oluyor.

 

Ekmek ve Zeytin ihtiyaçtan, mecburiyetten yazılmış öykülerle dolu. Büke, Habertürk’e verdiği söyleşide, “Darlanınca yazıyorum ben. ‘Öf ulan,’ der insan gider annesinin dizine yatar, yumar gözlerini. Öyle bir uykuya dalma hissiyatı oluyor bende. Kendimi onarma ya da hayata direnme ihtiyacı hissedince oturup yazıyorum” diyor. Peki hepimizi daraltan, bunaltan, ezen bu dünyanın en karanlık hikâyelerini anlatıp nasıl oluyor da bizi rahatlatıyor? Belki o karanlığın içindeki yaşam belirtilerini yazdığı için, belki insanın karşılaşabileceği en ağır koşullarda bile gülebileceğini hep aklında tutarak mizahı ustaca kullandığı için.

 

Bir Arap atasözü, “üç şey gizlenemez” diyor, “duman, aşk ve parasızlık.” Ahmet Büke’nin öykü karakterleri de gizleyemiyor aşkı ve parasızlığı. Büke sağından solundan geçen bütün hayatları değerlendiriyor, insanı kayıtsız kaldığı her şeye yakınlaştırıyor. Mesela “Yara ve Kabuk”ta Fakir’in annesine âşık olan kadın ona şöyle bir not bırakıyor: “Fakir’im, annenle ben gidiyoruz. Biz birbirimizi seviyoruz güzel kuzum. Birbirimize iyi bakarız. Çok sarılırız, çok öperiz. İkimiz bir insan gibiyiz Fakir. Yara yaraya benzedikçe kabuk tutar. O zaman insan insana iyi gelir.” Kitap, “bize ekmek ve zeytini öğreten anneme” ithafıyla açılıyor. Ekmek ve zeytini denklemek o kadar da kolay değil, o yüzden “Kemik Suyuna Köpek ve Hayalden Yaşadı Onlar” öyküsünde kış ortasında evinden atılıp sokakta kalan aile, hayalî patateslerle hayalî az yağlı dana etini hayalî bir tencerede kaynatıyor.

 

Ekmek ve Zeytin’deki öykülerden, ölümüyle babalarını işsiz bırakan patronun siyah rugan ayakkabılarına göz diken iki haylaz kardeşi anlatan “Sakallı Pazartesiler”, akla işsizlik üzerine yapılmış en güzel filmlerden “Güneşli Pazartesiler”i getiriyor. Zaten müteakip öykünün başlığı filmin orijinal adı: “Los Lunes al Sol”. Büke bu öyküde okuru okuduğuyla bırakmıyor; öykünün içinde Auschwitz kampındaki kıyımı anlatan bir yazıya, Wikipedia’ya, fotoğraf paylaşım sitesi Flickr’a ve filmden bir parçaya link veriyor. Tecrübeyle sabit, linklerin hepsi çalışıyor. Önceki dört kitapla kıyaslandığında “Ekmek ve Zeytin”deki öykülerin hepsi alıştığımızdan kısa öyküler, bu kitapta diğerlerine oranla daha fazla öykü var, yine de doymak mümkün değil. Ahmet Büke, İzmir Postası’nın Adamları’ndan Ekmek ve Zeytin’e gelen yolda, iğneyi kâh İzmir’den batırıp Diyarbakır’dan çıkardığı, kâh delileri göklere çıkarıp canileri yerin bin kat dibine batırdığı enfes bir nakış işliyor. Uzaktan bakınca bütün öyküleri koca bir roman gibi görünüyor. Büke parçaları birleştirmede de, ayrıştırmada da usta, marifeti de burada!