Bantmag

ZAAFİYET KURAMI - ERSAN ÜLDES
YAZI KEREM EKSEN

Milan Kundera, roman sanatını konu ettiği ilham verici denemelerinde, bugün klasik kabul edilen Avrupa roman kanonunun yanıbaşında yer alan, ancak yeterince kıymeti bilinmemiş olan bir başka gelenekten söz eder ve bu geleneğin takipçisi olduğunu açıkça belli eder. Başlangıcı Cervantes’e, hattâ onun da öncesinde Rabelais’ye dayanan, Laurence Sterne - Denis Diderot hattını takip edip yirminci yüzyılın Musil, Kafka, Broch gibi ustalarına varan bir dip akıntısıdır bu. Çizgisel zaman anlayışının terk edildiği, karakter-iç dünya-olay denkleminin kırıldığı ya da önemsenmediği, romanın her ânına bir tür “karnavalesk” kargaşanın davet edildiği bu gelenek, Milan Kundera’nın defalarca belirttiği üzere, roman sanatının yeni imkânlarını barındıran zengin bir hazine gibidir.

 

Ersan Üldes’in 2007 tarihli romanı Zafiyet Kuramı’nın bu geleneğin takipçisi olduğunu görmek zor değil. (Ayrıca Üldes’in doğrudan bu geleneği ve onun Türkçe edebiyata yansılamalarını ele aldığı On Kişot adında bir inceleme kitabı yazmış olduğunu da burada belirtelim.) Bu geleneği takip eden birçok romanda olduğu gibi burada da, elimizdeki metnin neye benzediğini anlamak için romanın “konusuna” ya da “olay örgüsüne” müracaat etmemiz beyhude bir çaba olacaktır.

 

Elbette Zafiyet  Kuramı’nda birtakım karakterler ve yaşadıkları olaylar var: anlatıcı konumundaki çevirmen - yazar Meriç Ateşke, ardında yayıncısını arayan bir kitap dosyası bırakmış olan rahmetli delimsirek baba Haşmet Ateşke, Meriç’in sevgilisi Sevgi, dostu Bahadır, sonra onun sevgilisi Ayla, bahçıvan Garfield, bakkal Kabasakal… Kahve içiyor, ölüyor, seviyor, sevmiyor ve tabiî konuşuyorlar. Ancak Üldes, romanını karakterlerin yaşadıkları olayların ve amiyane tâbiriyle “iç dünyalarının” etrafında kurmaktan kararlılıkla uzak duruyor. Zira Üldes’in takipçisi olduğu gelenekte, roman denen biçim, insanların ve olayların dile aktarıldığı (yani örneğin filme çekilebilecekken yazıya döküldüğü) bir mecradan çok daha fazlasını ifade ediyor. Buna göre roman biçimini ilginç kılan şey, sadece karakterlerin değil fikirlerin, cümlelerin ve seslerin de çarpışıp dağıldığı bir mekân sunuyor olması. Üldes de, anlatıcı Meriç Ateşke’nin hedefi belirsiz arayışı etrafında, muhtelif çarpışmalara sahne olan romansal bir mekân kuruyor; olayların sıralamasını mümkün mertebe karıştırıyor, karakterlerin niteliklerini ve projelerini mümkün mertebe gözden ırak tutuyor ve beklenmedik anlarda umulmadık fikir odalarına girip çıkıyor.

 

Fikirlerin herhangi bir olay ya da karakterin ardına gizlenmeksizin doğrudan doğruya ifade bulabilmesi, Kundera’nın savunduğu roman geleneğinin önemli unsurlarından birisi. Zafiyet Kuramı, adının da ima ettiği üzere, fikirlerin merkezî rol oynadığı ve sıklıkla bir tür kuramsal ciddiyete büründüğü bir metin. Ancak burada da, kuramı oluşturan kırılgan parçalar her aşamada sarsılıp dökülüyor ve çok geçmeden olası bir kuramın tüm yapıtaşları etrafa dağılıveriyor. İşte kuramın böyle bozulup dağıldığı anlarda, farklı bir düşünme ve okuma deneyimi vaat eden bir tür olarak roman çıkıyor karşımıza. İste bu nedenle Zafiyet Kuramı, Türkçede örneğini pek sık göremediğimiz bir romansallık anlayışının, Kundera’nın savunduğu o alternatif akıntının izini süren bir metin olarak ilgiyi hak ediyor.