Bantmag

SAVAŞ ESNASINDA MÜZİK VE SANATA DAİR BİR METAFOR: MOSTAR KÖPRÜSÜ YAZI EMRE KARACAOĞLU
SON BİR AYDIR GÜNDEMİMİZİ DOLDURAN “SAVAŞ”IN PEK AKLIMIZA GELMEYEN BİR YÖNÜ SON BİR-İKİ HAFTADIR BENİ DÜŞÜNDÜRÜYOR.

Hırvat yazar Slavenka Drakulić’in yakın zamanda okuduğum “Balkan Express: Fragments from the Other Side of the War" isimli kitabıyla, bir savaş esnasında sivil toplumun sürdüreceği gündelik hayatla ilgili düşünceler kafamı meşgul etmeye başladı. Drakulić’in 1990’lardaki Yugoslav savaşları esnasında Hırvat, Sırp, Sloven ve Bosnalı sivillerin yaşamak zorunda kaldığı hayata dair anlattıklarının, “savaş”ı bilmeyen bizim kuşağımız için öğretecek çok şeyi var... Ve kitaptaki makalelerden biri bu savaşlar esnasında yıkılan Mostar köprüsüyle alakalı. Yazar, 427 yıl boyunca sapasağlam duran ve sonsuza kadar öyle kalacağını düşündüğü köprünün yerinde yellerin estiği bir fotoğrafa bakıp gözyaşı dökmektedir. Bosna’daki müslüman köyü Stupni Do’da yapılan katliamda gırtlağı boydan boya kesilmiş bir kadınınki gibi grafik savaş fotoğrafları, o ve çevresi tarafından artık kanıksanmışken, bu mimari eser onu ve diğerlerini neden ağlatabilmektedir? Çünkü etrafları ölümle bu kadar çevriliyken, kendi varoluşlarının sonluluğunu o kadının cesedinde değil, o köprünün yok oluşunda görmektedirler: İnsan yaşamının sonlu olması genelgeçer bir olgudur ama bir medeniyet yapısının yok olması başka bir şeydir. Böyle bir eserin bizden sonraya kalmasını, sonsuzluğa ulaşmasını bekleriz... Evet, Mostar köprüsü, Mimar Sinan’ın çırağı olan Mimar Hayreddin’in kişisel yaratıcılığının ürünüydü ama aynı zamanda bütün insanlığın ortak bilincinin de bir eseriydi. Drakulić’e göre ölü bir kadın “bizden biri”ydi ama köprü ise “herkes” demekti.

 

Drakulić’in köprü hakkındaki bu düşünceleri ise bende şu kıvılcımı çakıyor: Google’da “war precautions” veya “censorship during wartime” gibi ufak aramalarla devletlerin savaş esnasında “ülke çıkarları için” özgürlükleri kısıtlamalarda ne noktalara varabileceğini rahatlıkla görebilirsiniz. Bu uygulamalar beni ne kadar ürkütüyorsa, bir toplumun kendi içinde uygulayacağı oto-sansür ise beni belki de daha çok endişelendiriyor. Bu bahsettiğim şeyin bir benzerini geçen sene bu zamanlarda düzenlenen “Van için Rock” konserinde gördük, hatırlayınız. Müziğin ve genel olarak sanatın ifade ettiği şeyi tamamen ıskalayan ve bunu doğrudan sadece “eğlence” ile eşleştiren bireylerin, diğerleri üzerindeki haksız tahakkümü hâlâ gözümün önünde: “Böyle bir felaket sonrasında insanlar eğlenmeyi nasıl düşünebilir?” Peki, şimdi, bu düşüncenin bir savaş esnasında varabileceği noktaları hiç öngörebiliyor musunuz?
 

Müzik ve sanat, adeta bir köprü gibi -başka hiçbir beşeri alanda olmadığı kadar- farklı milletleri, inanışları, ideolojileri bir araya getiren birer olgudur. “Eğlence” yaftası onların ufak bir kısmına yapıştırılabilir... Üzgünüm ama onlara bakınca tek gördüğünüz şey “eğlence” ise suçlu sizsiniz! İnsanlık deneyimine ses, renk ve diyalog katan yegâne şey onlardır.

Her türlü konser, sergi vs. gibi sanat etkinliklerinin ve edebi eserin devlet ya da halkın oto-sansürü sebebiyle rafa kaldırıldığı savaş içindeki bir ülkenin sivil hayatında düşeceği sessizlik, renksizlik ve diyalog yoksunluğu beni ölesiye korkutuyor. Başta müzik olmak üzere sanat, kişisel yaratıcılığın, ama ondan da çok kolektif bilincimizin ölümsüzlüğe ulaşma çabasıdır. Genç insanların cephedeki ölümlerinin, ailelerin yaşadığı travmaların yanında bu sessizlik de bir kez daha ölmemiz demek değil midir sizce?