Bantmag

AI WEIWEI: NEVER STORY

Ai Weiwei çağın en önemli muhalif sanatçılarından biri. Onu en son geçen hafta, aylardır ekranlarımızdan kaybolmayan Gangnam Style furyasına dahil olduğu, muzip ve eleştirel yeni videosunda gördük. Evinin bahçesinde, dostları ile elleri kelepçeli (Hükümetine gönderdiği mesaj anında alınmış olsa gerek, video hemen Çin’de yasaklandı) Gangnam dansı yapıyordu. Filmekimi’nde izlediğimiz Ai WeiWei: Never Sorry, yönetmen Alison Klayman tarafından 2009-2011 yılları arasında hazırlanmış, sanatçının Çin’deki özel hayatından, sanata bakışına ve Çin hükümetine karşı verdiği politik ve hukuksal mücadeleye derinlemesine değinen bir belgesel. Hayatını tehlikeye atacak biçimde ülkesindeki demokrasinin gelişmesine verdiği katkıyı izlemek gerçekten ilham verici. Bunun yanında ünlü Ai Weiwei oluşunun ardında yatan tüm tarihi geçmişe bakıyoruz: babasının politik geçmişi ve sanatı, New York’ta bulunduğu dönem, ülkesine dönmek zorunda kalışı, döner dönmez karşılaştığı özgürlüğü iyiden iyiye kısıtlanmış bir ülke ve sanat ortamı. Belgesel tekrar bir gösterim şansı bulur mı onu bilmiyoruz ama DVD’sini internet aracılığı ile satın almak mümkün. N.G.

 

 

ANTON CORBIJN: INSIDE OUT

Filmekimi’nde bu yıl iki müzik belgeseli vardı. Biri efsanevi Bob Marley’i, diğeri de müzik dünyasının müzisyen olmadan efsanevi bir kişiliği haline gelen Anton Corbijn üzerineydi.  Corbijn, Joy Division, Depeche Mode, U2, David Bowie, Björk, Captain Beefheart, Echo & the Bunnymen, Morrissey, Nirvana ve  Roxette gibi sayısız bir çok grubun/müzisyenin videolarını ve fotoğraflarının ardındaki insan. Onun çalışırken de görüntüleyen belgeselin başı, doğal olarak bir ünlüler geçidi ve müzikal bir şölen: The Arcade Fire, U2, Martin L. Gore, Metallica, Lou Reed belgeselde onu anlatan ünlüler arasında…  Corbijn’in (çok da başarılı olmayan) yönetmenlik kariyerine bakış atan kısımda ise Control (2008) ve The American (2010) filmlerini neden ve nasıl çektiğine odaklanılıyor. Ardından belgesel Corbijn’in biraz yalnız ve hüzünlü özel hayatını gösteriyor ki özellikle kız kardeşi ve annesi ile yapılan röportajlar bu şaşalı dünya içerisinde nasıl yalnız bir adamla karşı karşıya olduğumuzu görüp şaşırmamıza neden oluyor. Bu belgeselin de nerede nasıl tekrar bir salonda izlemek mümkün mü bilinmez ama DVD’si internetten satın alarak edinilebilmekte. N.G.

 

 

BEYOND THE HILLS

“Beyond the Hills” bir çok tepenin ardına, tepelerin altında sıkışanlara ve tepelerin yükseldiği göğe karanlık bir ışık tutan çarpıcı bir film. Aynı yetimhanede büyümüş iki kadından biri –Alina , yetimhane sonrasında hayatını Berlin’de kurmayı denemiş; diğeri ise –Voichita , şehirden uzakta modern yaşamdan izole küçük bir Ortodoks manastırında rahibe olmuştur. Bu iki kadın iki küçük çocukken birbirlerine bağlanmış, ortak acılarını sevgileriyle atlatmaya çalışmış, bağlamı geniş bir dostluk kurmuşlardır. Berlin’den arkadaşına kavuşma ve onunla birlikte kaçma planıyla gelen Alina, bir süre manastırda kalır. İnançsız Alina ile inanmış Voichita arasındaki sınırları muğlak ilişki, sınırların ihlali endişesiyle tuhaf bir matlıkta ve adeta havada asılı halde yaşanır. Yalnızlıklarıyla verdikleri savaşta ayrı saflar seçmiş olan bu kadınlar; gündelikle ahiretliğin, bedenle ruhun, insanla tanrının binyıllardır süren savaşının acı gölgesinde kendi mücadelelerini sürdürürler... Film tüm bu mücadeleyi içeriğe uygun bir estetik duyarlılıkla ve büyük sözlerin peşinde olmadan anlatırken, “tüm çıplaklığıyla gösterme” ve “ihlalden sakınma” dürtülerini doğru kontrol edebilmiş bir duruşu benimsemiş. Bazı tekrarlar barındırsa da filmin 150 dakikalık süresi, ele aldığı ağır kavramların hem hikayece hem de seyredence sindirimini mümkün kılmak için ideal bir süre. Tatiana Niculescu Bran’ın romanından uyarlanan “Beyond the Hills” 65. Cannes Film Festivalinden en iyi senaryo ve en iyi kadın oyuncu ödüllerini aldı. Yönetmen Cristian Mungiu’nun bir önceki filmi “4 Ay 3 Hafta 2 Gün” ise 60. Cannes Film Festivali’nden Palme d'Or kazanmıştı. M.D.

 

 

KILLER JOE

Eski karınızı öldürtmek mi, annenizi öldürtmek mi daha kötü bir fikir? Eski karınızı öldürtmek için yeni karınızı da buna ortak etmeniz, annenizi öldürtmek içinse kardeşinizi rehin vermeniz gerek. Yeni karınızı buna ortak etmenin bedeli, yüzde 25, kardeşinizi rehin vermenin bedeli ise belki kendi hayatınız, belki onunki, ama kesinlikle kiralık katilinki değil. Ve tebrikler, bir kiralık katil için mükemmel bir sigorta, aileniz içinse kusursuz bir seri ölüm çemberi oluşturdunuz. Hayata babasını aşağılamak, annesinden para koparmak, cici annesini pataklamak ve kız kardeşini korumak için gelmiş Chris, başı torbacılarıyla belaya girince çözümü Katil Joe’da bulur ve gelin görün ki ateşe attığı ilk kişi, kardeşi Dottie olur. O Katil Joe ki, bir katilin alabileceği en doğru unvanı almış, tek kefaletini Dottie olarak seçecek kadar kendini aileden hissetmiş. Chris’in ihtiyacı olan parayı, onun annesini öldürerek, yani alnının teriyle kazanacak ve hem Chris’i kurtarıp, hem de işin diğer 3 ortağı, baba, cici anne ve güzel Dottie’yi ihya edecek. Hikâye bu kadar basit olsa sanırım Joe bu unvanı fazlasıyla hak etmezdi. Yeni nesil Amerikan film noir’lar ve eski moda western’lerden nasibini fazlasıyla almış, ‘Mental Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı’nın sayfaları arasından seçilen türlü hastalıklarla bezenmiş, az kan, az baldır ve bolca egonun başrolü oynadığı filmde, bir yerlerden bir Casey Affleck fırlayacakmış gibi hissederseniz şunu hatırlayın; The Killer Inside Me’de ‘Killer’ Casey Affleck’in içindeydi ya hani, burada Matthew McConaughey’in dışında. H.Ö.

 

 

RUBY SPARKS

Bolca Lars and the Real Girl, bir tutam Eternal Sunshine of the Spotless Mind, azıcık Meet the Fockers ve başucu kitabı olarak da Alain De Botton’un Kiss and Tell’i, sizi Ruby Sparks’a ulaştıracak olan iksirin tarifi, Amerikanların ‘family recipe’ dedikleri şeyin ta kendisi. Havalı yazar hastalığı ‘yazar tıkanması’ndan muzdarip, dahi olmakla nitelendirilen genç yazar Calvin’in, her çalan telefona, her gördüğü rüyaya ilham muamelesi yaptığı bir dönemde psikiyatrının verdiği tavsiyelere güvenerek karalamaya başladığı betimlemeler, bir sabah karşısına kanlı canlı insan olarak çıkarsa, dâhiliğin ötesinde, ‘kaleminden kan damlıyor’ dedikleri cinsten bir yazarla karşı karşıyayız demektir. Hayalini kurduğunuz insanın bir anda hayatınızın orta yerinde belirivermesi nasıl kâğıt üzerinde çok güzel bir fikirken pratikte işlemiyorsa, Calvin’e de aynı şey oluyor ve ‘the real girl’ü Ruby zamanla deyim yerindeyse error vermeye başlıyor. “Ruby mutludur” yazdığında gün boyu yüzünden kahkaha eksik olmayan, “Ruby sıkılmıştır” dediğinde sıkıntıdan ağlayan bir kız arkadaşla kalakalan Calvin, “Ruby’i yaratmışım, düzeltmesi de bana düşer” diyerek sıvıyor kolları ve işi içinden çıkılmaz bir ‘değiştir’ oyununa çeviriyor. “İdollerini öldür!” diyor Ruby ona, o da var olanları bir bir öldürürken yenilerini yaratıyor. Oysa Ruby’nin sadece Ruby olması gerekiyor. Yeterince iyi olan bir şey size yeterli gelmiyorsa ve kendinizi müdahale etmek zorunda hissediyorsanız, istekleriniz ihtiyaçlarınızın önüne geçmiştir ve bilin ki işler sarpa saracaktır. Calvin bunu yaşayarak öğrendi, biz de izleyerek öğreneceğiz. H.Ö.