Bantmag

GEÇTİĞİMİZ HAFTALARDA GÖSTERİME GİREN VE TÜM DÜNYADA OLDUĞU GİBİ TÜRKİYE’DE DE İZLEYİCİLERİ İKİYE BÖLEN CLOUD ATLAS ÜZERİNE ÇOK ŞEY YAZILDI, ÇİZİLDİ VE TARTIŞMALAR DA HALA DEVAM EDİYOR. BU TARTIŞMA ORTAMINDA BAZI SAVLAR VE YORUMLARSA AKIL VE MANTIKLA AÇIKLANABİLECEK GİBİ DEĞİL AÇIKÇASI. HATTA BU YAZININ YAZILMASINA VESİLE OLARAK, BAZI VİCDANİ SORGULAMALARA KADAR SÜRÜKLEDİ –EN AZINDAN- BENİ.

 

Her şeyden önce, bunun filmin kendisi üzerine bir yazı olmadığını belirtmek isterim. Kendi adıma filme bayılmadığımı fakat kurgu, görüntü yönetimi ve ses kurgusu gibi teknik alanlarda kusursuz bir işle karşı karşıya olduğumuzu söyleyebilirim. Ayrıca ele aldığı gerçekten çok zor romanı beyazperdeye uyarlarken de bazı kusurlarına rağmen, yer yer etkileyici olmayı başarabildiğini ve vaat ettiği sinemanın altından –özellikle reji açısından– kalkabildiğini düşünüyorum filmin. Ama hikâyenin başına dönüp, bambaşka bir meseleden bahsetmek istiyorum şimdi.

 

100 MİLYONLUK BAĞIMSIZ

V For Vandetta’nın setinde Natalie Portman’ın Wachowski kardeşlere, heyecanla uzattığı David Mitchell romanı Cloud Atlas, yönetmen kardeşlerin ortada duran malzemeye karşı koyamamalarının ardından sinemaya uyarlanabilir mi, uyarlanamaz mı tartışmalarının açılmasına neden olmuş ve bir süre sonra ikilinin yanına eklenen Tom Tykwer’le birlikte, üç yönetmenli bir denkleme dönüşmüştü.

 

Üçlü, uzun bir süre inzivaya çekilip senaryo üzerinde çalışmış, uyarlamayı da bir yıl gibi bir sürede tamamlamayı başarmıştı. Üç yönetmen, bir süre sonra filmi gerçekleştirebilecek parayı bulmak için hazırlıklara başlamış, ancak kendi tâbirleriyle “dünyanın en pahalı arthouse filmi” projesine herkesler yanaşmaya, para yatırmaya çekinmişti. Sonunda Cloud Atlas projesi, aynı adla kurulan ve bu üç yönetmene ait bir yapım şirketi tarafından, minik ortaklar ve desteklerle çekilmeye başlanmış ve geçtiğimiz aylarda neredeyse altı dakikalık bir fragmanla karşımıza çıkmıştı.

 

Önceki ay Toronto’da gerçekleşen ilk gösteriminin ardından, henüz proje aşamasından itibaren tartışılmaya başlanan Cloud Atlas üzerine yazılar da yazılmaya başlandı elbette. Hattâ işin, proje aşamasından bile ilginç olan kısmı esas burada başlıyor belki de.

 

TRANSFOBİK ÇIKIŞLAR

Cloud Atlas üzerine yazılan ilk yazılardan biri 9 Eylül’de L.A. Weekly’nin yazarlarından Karina Longworth’un, filmi Toronto’da gördükten sonra kaleme aldığı yazıydı. Yazarın, özellikle final paragrafında dozunu keskinleştirdiği alaycı tonla kaleme aldığı ve filmin yalnızca kusurlu taraflarına odaklandığı yazısında özellikle bir paragraf dikkati çekiyordu. Longworth, film boyunca farklı dönemlerde yaşayan çok sayıda farklı karakteri canlandıran –ki bazıları hem kadın, hem de erkek karakterlere hayat veriyor– oyuncuların bu reenkarne durumunu, gerçek hayatta cinsiyet düzeltme operasyonu geçiren Lana Wachowski’nin hayata bakışının bir yansıması olabileceğini ima ediyordu. 

 

Aradan geçen bir buçuk ayda da çok sayıda sinema yazarı, eleştirmen ve yorumcu, Cloud Atlas’ı, bir filmi film yapan birleşenlerden ve ortaya çıkan işin bütünlüğüne hizmet eden diğer elementlerden bağımsız olarak eleştirmeye devam etti. Filmin kusurlarını bile doğru düzgün ifade edemeyen, ortaya çıkan işi tamamen öznel bir bakış açısıyla ele alan pek çok yazının sahibi, bulundukları konum ve yazarken aldıkları sorumluluğu bir kenara bırakarak soğukkanlılığını koruyamadı.

 

Tıpkı Lana Wachowski’nin cinsiyet değişimi üzerinden sinsi bir imaya girişmekten çekinmeyen Longworth gibi, Türkiye’nin en ünlü sinema yazarı Atilla Dorsay da filmi karmaşık ve ukalaca bulduğunu belirttiği Bir Ukalalık Zirvesi başlıklı yazısında, buram buram transfobi kokan şu cümleyi yazısına taşımaktan çekinmedi: “…Bu arada, filmin üç yönetmeninden ikisi, Matrix'in yaratıcıları Wachowski Kardeşler'den Laurence (Larry)'nin yakın zamanda operasyonla kadın olup Lana Wachowski'ye dönüştüğünü hatırlatalım. Bu kargaşanın bir nedeni de bu olmasın?”

 

Bir filmi, yönetmeninin cinsel kimliği üzerinden değerlendirmenin akla, mantığa uygun olmaması bir yana, böyle bir cümleyi kaleme alabilmek için vicdandan da yoksun olmak gerekmez mi? Atilla Dorsay gibi, duayen unvanına sahip, bu unvanı kendine şu veya bu biçimde edinmiş bir sinema yazarının, bir filmden bahsederken öfkesine böylesine yenilmesi nasıl mümkün olabilir? “Kimi erdemleri olabilir (onları da yazmaya çalışacağım), ama bu kadar sıkıntı yaşadıktan sonra övüp tavsiye etmem mümkün mü?” cümlesiyle niyetini baştan belli ettikten sonra, filmi değerlendirmeyi bir kenara bırakıp, süslü bir aşağılama cümlesi kurma hevesiyle filmin tüm karmaşasını nasıl Lana Wachowski’nin iki bacağının arasına bağlayabilir? Bu sorulara yanıt verebilmek ve düşünürken de soğukkanlılığımızı koruyabilmek gerçekten mümkün değil.

 

BOKLAMANIN DAYANILMAZ CAZİBESİ

Bu iki örneğin yanısıra, filmin sosyal medyadaki yansımaları da var elbette ama o tamamen ayrı bir hikâye. Ele aldığımız konuda asıl anlaşılamaz olan, özellikle son zamanlarda –belki burada sosyal medya kültürünün özellikle bu mecralarla haşır neşir sinema yazarlarının üzerindeki etkisine bakılabilir– bir film üzerine yazı yazma işinin, nasıl bir heyecan içinde en orijinal alay cümlesini kurabilme yarışına dönüşmesi…

 

Kendimi rahatlıkla dâhil edebileceğim –kimi zaman bir filmden söz ederken vicdanlı davranmayıp, taşkınlıklarımın esiri olmuyor değilim– bir grup yazarın, bazı şeyleri daha rahat söyleyebiliyor olmasını, tabu kabul edilen bazı seçimler ve zevklerle ters düşebilmesini ise anlamıyor değilim. Fakat burada da seslendiğiniz kitle ve yazı yazdığınız, fikir ürettiğiniz mecranın farkında olmak gerektiğini düşünüyorum. Tahammül edilebilir bir ölçüsüzlükle, akılsız bir sav üretme çabası arasında ince değil, epey belirgin bir çizgi var sanki. Tıpkı, özgürce düşünüp yazmakla, haydutluk etmek arasında olduğu gibi…

 

Elbette diğer tarafta, yaptığı işi hâlâ büyük bir sabır ve soğukkanlılıkla gerçekleştiren enfes yazarlar ve onların insanın kafasını açan yazıları da var. Kim bilir belki de acımasızlığın popüler bir karakter özelliğine dönüştüğü günümüzde, filmler üzerine birşeyler okumak istediğimizde o birkaç kişinin kaleminden döküleceklere muhtacızdır. Ya da Atilla Dorsay’ın Türkiye’nin en büyük gazetelerinden birinde ayarsızca ortaya fırlattığı fikirler “sinema eleştiri” başlığı altında yayınlanmaya devam edecekse, belki biz de filmler hakkında aptalca cümleler kurarak eğlendiğimiz Bant Mag. Sinema Programı denemelerini YouTube üzerinden “entertainment” başlığı altında değil de “sinema eleştirisi” başlığı altında yayınlamalıyız?