Bantmag

Avusturya Lİberalİzmİn Çöküşü, Enteljansİyanın Hayal Kırıklığı

Maddeci sanat tarihi eleştirisi, sanat eserlerini belli bir dönemin sosyo-tarihsel maddî gerçekliğinin metaforik ifadesi olarak ele alır. Bu tür bir eleştiri faaliyetinin temsilcilerinden Frederic Jameson, Siyasal Bilinçaltı adlı kitabında, çeşitli dönemlerin edebiyat yapıtlarının, o dönemlerin mülkiyet ve üretim ilişkilerini nasıl yansıttığını analiz eder. Bu tür bir yaklaşımın sanat üretimini kaba bir altyapı-üstyapı ilişkisinin, ekonominin kültür içeriğini belirlediği çerçevenin içine yerleştirme tehlikesi olsa da, kırıp döken bir yoruma kaçmadığı sürece maddeci sanat tarihi yöntemi, dönemlerin ve sanat eserlerinin analizini yapmak için sıkı bir araç sunar. 1968 hareketini ve yarattığı çeşitli kültürel akımları, sanat eserlerini giderek banliyöleşmeye dayanan bir tüketim kapitalizminin yansıması olarak okumak iyi bir okuma  değil midir? Warhol'u anlamak böylece mümkün olmaz mı?

 

ABD'li sanat tarihçisi Carl E. Schorske, 1940'lı yılların ikinci yarısında baskısını iyice belli eden McCarthy’ciliğin, anti-komünist cadı avının kültürel üretimde somut bir sonucu olduğunu söylüyor: Tarihsellikten kaçış sonucu, edebiyatta “New Critics” akımı metin analizinden ibaret hâle gelir, mimarîde ultra-modernizm alıp başını gider, felsefenin kadim soruları yerini “analitik felsefe” denen kavram fetişine bırakır. Ama en çok da sosyal düşüncede bir U-dönüşü yaşanır. Marx bir köşeye bırakılır, yerini Freud ve psikanaliz alır. Herbert Marcuse bu U-dönüşünün sosyal bilimlerdeki alâmet-i farikalarındandır.

 

 

“Acaba?” diye sorar, Schorske, “bu dönemde ABD'de 19. yüzyıl sonu Viyana'sının belli başlı figürlerinin rağbet görmeleri, Freud'un, Mahler'in, Klimt'in ya da Otto Wagner'in kendi alanlarında dâhi mertebesine yerleştirilmeleri tesadüf müdür?” Verdiği cevap “hayır”dır. Zira nasıl McCarthy dönemi ABD aydınını Keynes'in ümitkâr demokrasi rüyasından uyandırıyorsa, Viyana'nın yüzyıl sonu liberal aydını da Avusturya liberalizmin çöküşünün etkilerini olanca gücüyle hissetmektedir.

 

 

Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nda klasik liberalizm, Fransa'daki gibi yüz yıla yayılan süreçte bir siyasî harekete evrilmedi. Daha çok Habsburg Hanedanlığı'nın, yani “ancient regime”in savaşlarda arka arkaya aldığı yenilgiler yüzünden 1860 yılında kerhen başa geldi. Ve iktidarını hanedanla paylaştığı yaklaşık 30 sene boyunca kendi ayakları üzerinde durmaya vakit bulamadan imparatorluğun dağılışına, milliyetçi, sosyalist, anti-semitist hareketlerin yükselişine şahit oldu. 1897 yılı geldiğinde, anti-semitist, Alman milliyetçisi, Hıristiyan-Sosyal Parti (CSP) Viyana'nın yönetimini ele geçirmişti.

 

 

Her ne kadar kendi sınıfsal gücüyle iktidar olmasa, yetkin bir kapitalist örgütlemesi bulunmasa, sınıfsal temeli Viyana'da yaşayan orta-sınıf Alman ve Yahudilerden oluşsa da Avusturya Liberal Partisi, klasik liberalizmin genel ilkelerine göre konum almıştı. Bu yanıyla zamane İngiliz liberallerinden pek bir farkı yoktu. Akılcığa dayanan bireyselliğin dünyayı yine akıllıca ilerleteceğine, hukuk yolu ile garanti altına alınmış baskıcı mülkiyet ilişkilerinin toplumsal düzeni sağlayacağına, kapitalist yatırımların refahı tüm topluma yayacağına, bilimsel ilerlemeciliğin toplumsal gelişmenin en önemli kaynağı olduğuna ve burjuva ailesinin genel ahlaksal norm olarak kabulüne sarsılmaz bir inanç besliyordu. Ancak bu inançlar, Fransa'nın aksine, iktidara geldikten 10 yıl sonra ortaya çıkan büyük iktisadî kriz ve gelişen milliyetçilikle beraber hemen sarsılmaya başladı.

 

 

“Ancien regime”e karşı rüştünü ispat edemeden yenilgiyle yüzleşen Avusturya liberallerinin geliştirdiği yüksek kültür de hem aristokrasinin şaşaalı estetiğine sarılmak, hem de bir süre beslediği liberal sanatçılar tarafından kuşkuyla karşılanmak zorunda kalmıştı. Dönemin en önemli kapitalist aileleri Rothshildler ve Wittgensteinlar tarafından el üstünde tutulan Gustave Klimt önceleri, mesela Burgtheater'in duvarlarına nakşettiği Diyonisos Şöleni resmindeki gibi, liberal toplumun vaat ettiği refahı öven işler yapıyordu. Burjuva aile tablolarında liberal değerleri olumluyordu. Ancak liberalizmin 1890'larda çöküşünün ardından önce kişisel psikolojiye, ardından da dekoratif resme yöneldi. Freud, aynı dönemde girdiği krizde beş sene evine kapandı ve kendi rüyalarını analiz etti. Çıkan sonuç siyasetten koparılmış bir Oedipus'tu. Tutkulu bir liberal olan Freud'un Oedipus'un bir kral olarak aslında büyük bir sorumluluğunun olduğunu es geçmesi imkânsızdı: Thebes kentine tebelleş olmuş salgın hastalığa neden olan lanetten tüm toplumu kurtarmak. Ancak Freud, Oedipus kompleksini ve onun terapisini kişisel kurtuluş reçetesi olarak tasarladı. Zira liberalizm karşısında yükselen milliyetçi ve Yahudi karşıtı akımlara karşı salık verecek bir toplumsal örgütlenme fikri yoktu. Kurtuluş ancak pasif ve bireysel bir şekilde gerçekleşebilirdi. Dönemin en önemli yazarlarından Arthur Schnitzler, Der Weg ins Frei (Özgürlüğe Çıkan Yol) romanında aslında çok güzel bir hayat yaşayacak orta sınıf gençlerin tarihin trajedisi yüzünden başına gelen felaketleri resmetti. Liberalizm ve onun evlatları acı çekiyordu. Ancak yaklaşık 20 sene sonra doğacak Kızıl Viyana'nın en önemli liberal öncülü, kent planlamasında kendini gösterdi. Avusturya liberallerinin toplumsal tahayyüllünün tepe noktasını ve yenilgisini orada somutlaştırdı.