Bantmag

ARAF

Türkiye sinemasının başarılı kadın yönetmenlerinden Yeşim Ustaoğlu’nun yeni filmi Araf hakkında pek çok şey yazılıp çizildi. Adana Altın Koza jürisinin filmi görmezden geldiği iddia edilirken, jüri tarafından filmin fazla beğenilmemiş olduğu ve özellikle kürtaj meselesine dair söylediklerinin yanlış bulunduğu haberi ortalarda gezindi. Bir başka grup ise filmin kahramanı olan Zehra karakterinin yeterince işlenememiş olduğunu, filmin finalinin apar topar geldiğini söyleyip durdu. Evet, Araf’ın kusurları olduğu söylenebilir ama eksilerle artılar masaya yatırıldığında, dört başı mamur filmlerin epey azınlıkla olduğu Türkiye sinemasına bazı unutulmaz anlar ve üzerinde düşünülmüş yan karakterler armağan etmiş, etkileyici bir film olduğunu da inkar edemeyiz... İlk yarısında seyircisini Karabük’ün şehir merkezinin dışında, soğuk ve kirli camların arkasında, mola vermiş şoför ve yolculara hizmet eden kahramanlarımızın dünyasına çeken ve onların yaşamından seçtiği eğlenceli gündelik diyaloglar ve durumlarla bizi başarıyla yaratılmış bir atmosfere hapseden Araf, ikinci yarıda karakterlerin başına gelen trajik olayların dozunu artırdıkça artırıyor ve kimi zaman izleyici koltuklarında oturanları sarsan bazı anlara evsahipliği ediyor. Oyuncu kadrosunun performanslarından (Özcan Deniz dahil, ki kendisine pek diyalog yazmamak da iyi fikirmiş) da epey beslenen filmin, sürpriz bir simayı misafir eden finali, Araf’ın baştan sona seyircisiyle arasında kurduğu mesafeyi önemli ölçüde zedelese de, filmin belki de en başarılı karakterine dönüşen Olgun’un kendine ait mutlu bir finale sahip olmasını çok kurcalamamayı tercih etmekten başka çare bulamıyoruz. M.A.

 

 

PEOPLE LIKE US

Pek eve dönüş olmasa da, bir aileye dönüş filmi şu an karşımızdaki film... Kızla oğlanın taco yiyip, çamaşırhanede hoşça vakit geçirdiği türden. Ama bu kızla oğlan arasında bu sefer ince bir çizgi var, film boyunca izleyeni ‘acaba?’lara sürükleyen o ahlaksız çizgi. Rockstar çocuğu olmak zor, bunu filmlerden öğrendik, ama rockstar’ın tek çocuğu olmak neredeyse ihtimal dışı. Clash’ler, Gang of Four’lar, Buzzcocks ve Joy Division bezeli, bir ‘Biz annenle kuliste takılırken, sarhoştum hatırlamıyorum, sen doğmuşsun’ masalı. ‘Michelle Pfeiffer çok yaşlanmış’ düşüncesini kafanızdan attığınız anda filmdeki diğer karakterler gözünüze çarpıyor. Tanıdığı süre boyunca babasını kendinden uzaklaştırmış bir oğlan çocuğuyla, babasına yaklaştıkça itilen bir kız çocuğu seneler sonra birbirleriyle karşılaştıklarında, birbirlerini tanırlar mı tanımazlar mı? İkisi içinde ilk olacak bu tanışma, aslında bir süre sonra hatırlayacakları bir karşılaşmaya dönüşüverir mi? Babasına sahip olan şanslı çocuk, babasız büyüyen bu kıza nasıl, ya da ne cüretle yardım edebilir? Bir hırs tuzağı yerini vicdan muharebesine bırakırsa bu hikâyede her iki taraf da kazanmalı gibi geliyor düşününce. Kimin kazandığınaysa, önce ortada bir savaş olup olmadığına kanaat getirdikten sonra karar verebiliyorsunuz. Oldukça derli toplu duran bir ailenin bu halde kalabilmek için başka hangi aileleri dağıttığını adım adım izlerken, rockstar’ından dolandırıcısına, genlerinde var bunların diyip sövesiniz geliyor. Daha önce de söylediğim gibi, lütfen filmi, sizi Michelle Pfeiffer’ın ne kadar yaşlandığını düşündürmeye itecek sinirlerinizi devre dışı bırakarak izleyin. H.Ö.

 

 

RED LIGHTS

‘Şehre sirk geldi!’ ilanı gibi ‘Şehre medyum geldi!’ anonslarının dört bir yanda yankılandığını düşünün. Bu Amerika öyle bir yer ki; bir tarafta ruh seansları sırasında ayağınızı nasıl masanın altına koyar da arkadaşlarınızı korkutursunuz veya o tavşanı o şapkaya diyelim soktunuz, nasıl çıkarırsınız, üzerine uzmanlık dersleriyle dolu üniversiteler var. Diğer tarafta da bir yığın bilimsel testi geçip, ‘Evet aradığınız Copperfield benim!’ deme gayesiyle yaşayan bir avuç dolusu şarlatan, pardon, medyum. Her bilimin bir sahte bilimi olduğunu düşünürsek, psikologlar, parapsikologlara karşı diye bir de alt başlık uydurabiliriz bu filme. Hiç burun kıvırmayın, başına CSI koyup dizi yapsak izlersiniz, medyumların ipini çekmeye ant içmiş bilim adamlarının, iskambil kâğıtları, bozuk paralar ve göz yanılsamalarıyla dolu hayatlarını. Gözlerinize mi güvenirsiniz, yoksa sözüm ona üçüncü gözü açık kör bir adamcağıza mı? Bruno’yu yakan, Galileo’ya deli diyen bizler, kör bir adamın sahnede havalanışına mı inanacağız? Ne var ki, aslında önemli olan neye inanacağımız değil neye inanmak istediğimiz. Eğer niyetimiz yeteri kadar iyi değilse, kendimizi sonunda bir canavar yaratmış halde bulabiliriz. Olsen’ların en ayakları yere basanı, Elizabeth için heyecanlanmaya hiç yeltenmeyin, onun canavarlığı abesle iştigal, kaldı ki yerine kukla koysanız oynar. Bu canavar artık Robert De Niro mu olur, yeni yetme fizik mühendisi mi, yoksa yılların hayalet avcısı Sigourney Weaver mı, onu film gösterecek. H.Ö.

 

 

TED

Tam da ‘Sinema ne büyülü şey!’ diye düşünürken bir büyünün gerçek oluşunu izlemeye davet etti beni Ted. Ve bu kadar bayat bir konuyu, olduğundan daha da bayat hale getirdiği için, sinemanın büyüsüne olan inancımı, o salonda, tam oracıkta bırakmaya zorladı beni ve aldım kalemi elime. Bir kere yalnız çocukluk, arkadaşsız geçen ergen yıllar hepimizin baş belası, peluş ayı desen, herkesin en yakın arkadaşı. Tom Hanks’in Big’i, Jennifer Garner’ın 13 Going on 30’si dururken, bir de sevimli ayımız olsun diyen Hollywood yapımcılarına buradan sesleniyorum, ayı prodüksiyonuna hiç gerek yokmuş, Seth MacFarlene direk ayıyı oynasaymış da olurmuş. 35 yaşında ama aklı na-başında John Bennett, tanrının kendisine bir lütfu, en yakın arkadaşı peluş ayıcığı Ted ve bir de bu ikilinin hayattaki amaçlarını çözmeye çalışmaktan yorulmuş Lori. John’un Ted’den, Ted’in serserilikten, Lori’nin de bu ikisinin işine burnunu sokmaktan vazgeçmesi lazım. Ama John Ted’i, Ted serseriliği, Lori ise patronu oynamayı seviyor. Shot atmalı, duvar kırmalı Ted, ‘Erkek her yerde erkektir, insan, hayvan ya da oyuncak fark etmez’ ‘brocode’unun altına imzasını, seyirciye çaktıra çaktıra atıyor. Hadi brocode’un şifrelerini değiştirdin, utanmasan tüm filmi Flash Gordon setinde çekeceksin be Farlene. Flash Gordon sadece çizgi romanlarımızda, VCR’larımızda, büfemizdeki figürlerin arasında kalsa da sen de kendine başka bir stüdyo bulsan? Sokaktaki kediye pist deyip, Garfield’ı bağrına basmış bir millet olarak, siz yine de doldurun cumartesilerinizi Ayı Teddy’le. Ya da kasmayın, oturun evde Wilfred’in yeni sezonunu filan izleyin. H.Ö.

 

 

V/H/S

Korku sinemasının, son yıllarda epey sık karşımıza çıkan, kullanışlı alt türlerinden bulunmuş görüntü (found footage) yöntemine başvuran bir proje daha karşımızda. Bu kez altı Amerikalı bağımsız korku yönetmeni ve pek çok senarist bir araya gelip, birbiri ardına dizilmiş altı kısa filmde, türün sevilen klişelerini yer yer başarıyla, yer yer pek de matah olmayan bir tercihlerle harmanlıyor. Altı hikayeden özellikle ilki ve sonuncusu, gore sahnelerden mümkün oldukça kaçınarak, daha çok atmosfere ve performanslara dahaylı, görsel açıdan etkileyici filmlerken, özellikle çoğunluğu otel odasında geçen ve yersiz bir sürpriz finalle izleyicisine göz devirten ikinci film ile ormanda öldürülen gençler klişesine bulduğu yaratıcı fikri, gereğince işleyemeyen üçüncü film aynı tadı vermekte zorlanıyor. Webcam görüntüleri üzerinden ilerleyen ve içerisinde son derece ürkütücü anlar barındıran dördüncü film, tekinsiz bir atmosfer yaratırken, ortalığa bir avuç mantık hatasını gelişigüzel savururken, bütün hikayelerin üzerinden aktığı ve ortamdaki ölü bir adamın mevcudiyetinden beslenen beşinci film, bir seperatör hizmeti sunmaktan fazlasını veremiyor. Sundance’deki olaylı gösterimlerinde “İnsanlar salondan kaçtı”, “İki kişi kalp krizi geçirdi” gibi haberlerle tanıtılan V/H/S, fragmanı kendisinden daha ürkütücü korku filmleri arasında yerini alırken, türün tutkunlarını da memnun edebilecek kimi anlara sahip olduğu da eklenmesi gereken bir seyirlik. M.A.