






BAZI GRUPLAR KENDİLERİNE MÜZİKLERİNİ HİÇ DE YANSITMAYAN,
MEÇHUL VE GÖSTERİŞLİ İSİMLER SEÇERKEN, THE TWILIGHT SAD'İN İSMİ BİLMENİZ GEREKEN HER ŞEYİ SÖYLÜYOR.
Bu İskoç grubun şarkıları, gün bitiminin son ışıklarında, umudun griye dönüştüğü ve çaresizliğin ağır bastığı zamanı çağrıştırıyor. Çıkarttıkları üç albümde grubun sonik yelpazesi genişlemesine rağmen, konular her zamanki kadar karamsar. Grubun hafiflediğini düşünenler varsa şayet, “Don't Look At Me” ve “Kill It In The Morning” gibi şarkı isimleri, güneş, lolipoplar ve gökkuşaklarıyla ilgili şarkılar söylemediklerini açıkça belli ediyor. Vokalist/hüzünlü serseri James Graham, stüdyoyla canlı çalmanın arasındaki farklılıkları, The Cure ile The Smiths'in karşılaştırması ve nasıl hiçbir zaman söyleyeceği sefil şeylerin tükenmeyeceği konusunda konuşmak için telefonda bizlere biraz vakit ayırdı.
Bizler için the Twilight Sad'e çabuk bir giriş yapar mısın?
Temelinde, İskoçya'dan gelen ve yaşadığımız yerde başımıza gelmiş kişisel olaylarla ilgili sefil şarkılar yazan bir grubuz. Gürültülü, yüksek sesli (çok da yaygın olmayan bir zevk belki) ve oldukça da etkileyiciyiz. Konserlerimize iyi vakit geçirip dans etmek için gidilmez; daha çok ayakta-dur-izle-kulakların-erisin gibi bir şey. Doğruyu söylemek gerekirse, bizi gelip konserde görmenin iyi bir fikir olacağını satmada pek başarılı bir iş yapmıyorum; grubun promosyonunu yapmakta pek iyi değilim. Sanırım insanların hevesini kırmakta daha iyiyim.
Doğup büyüdüğün yerin yaptığın müziğe etkisi nedir?
Banton adlı, beş sokağı olup aşağı yukarı 500-1000 insanın oturduğu ufak bir tarım kasabasındanım. Aslında çok hoş bir yer, ama anlatışıma bakılırsa oldukça kasvetli olabilirmiş gibi geliyor. Şarkıların hepsi genel olarak benim, arkadaşlarımın ve ailemin başıma gelmiş şeylerden ilham alıyor. Dürüst olursam, şarkıların hepsi bayağı sefil ve karanlık, ama bu benim yalnızca tek bir yanım. Olayların ne kadar harika ve her şeyin ne kadar mükemmel olduğunu anlatmaktansa, olayların karanlık tarafıyla ilgili yazmayı tercih ediyorum, çünkü diğeri aslında doğru değil. Bence iyi zamanlara ulaşmak için önce kötü zamanlardan geçmek gerekiyor.
Belle and Sebastian, Arab Strap, Mogwai ve daha yakın zamanlarda senin grubunun yanısıra Frightened Rabbit ve We Were Promised Jet Pack gibi isimlerle ünlenen İskoç müzik sahnesinin şu anki durumunu nasıl değerlendirirsin?
Bence şu anki durum bayağı sağlıklı. Frightened Rabbit'le beraber öne çıkmaya başlar gibi olduk biz de: albümlerimizi aynı zamanda kaydettik, aynı plak şirketine yazıldık, beraber turneye çıktık ve insanlar bize bayağı çabuk ısınmaya başladı. Arab Strap ve Mogwai dinleyerek büyüdüğüm gruplar ve şanslıyız ki onlarla artık arkadaşız. Mogwai'yle üç, dört kere turneye de çıktık. İskoç sahnesi öyle ki, herkes herkesi tanıyor; bir gruptan bir kişiyi tanıdığın zaman neredeyse herkesi tanımış oluyorsun. O kadar küçük bir topluluk ki ve bağımsız camiadan olan herkes birbirine yardımcı olmayı seviyor, birbirlerinin gruplarını tanıtmaya uğraşıyor; birisi boktansa da, valla, bunu onlara söylüyoruz. İnsanların kendi aksanlarıyla şarkı söylemesinde bir dirilme var gibi de gözüküyor. İnsanların İskoç aksanlarıyla şarkı söylemelerine biz öncü olduk demiyorum, ama ilk albümümüze başladığımız sıralarda bu o kadar da popüler bir şey değildi. Benim tanıdıklarım arasından aksanını benim kadar ağır kullananlar bir tek Arap Strap ve belki de, birtakım şarkılarında vokale yer veren Mogwai'ydi. Bunun dışındakiler hep Amerikan'mış gibi şarkı söylüyordu. Kısacası İskoç aksanı hoşunuza gitmiyorsa, müziğimizi sevmeyeceksiniz.
Şarkı sözlerinle detaylı tablolar çizmene rağmen, anlamlarını belirsiz tutmayı tercih ettin. Dinleyicilerinin sözlerinden ne çıkartmalarını istersin?
“Bunlar bayağı iyi şarkı sözleri,” diye düşüneceklerini umarım.
O aksanından ne söylediğini sökebilmeleri için şarkı sözlerini yazılı olarak görmeleri gerekebilir...
Bunu anlayabilirim; İskoçlar bile bazen söylediklerimi anlayabilmek için sözleri kâğıt üstünde görmek zorunda kalıyor. Dinleyicilerin şarkılarımdan ve şarkı sözlerimden, benim de en çok sevdiğim şarkılardan aldığımı almalarını isterim. Neyle ilgili olduklarını bilmiyorum, ama bir şarkının içerisindeki belirli bir şarkı sözüyle özdeşleşebiliyorum ve kendimle ilişkilendirebiliyorum. Belki belirli bir zaman, yer, aile bireyi... İyi veya kötü olsun, o şarkının bana hatırlattığı bir şeyden olabilir. İnsanların şarkılarımdan istediklerini alabileceklerini ve şarkının neyle ilgili olduğunu bilmeleri gerekmediğini düşünmek hoşuma gidiyor, çünkü bazen bilmek de şarkının algılanışını bozabilir.
Her bir albümünün stilini nasıl özetlersin?
İlk albüm için [Fourteen Autumns And Fifteen Winters, 2007] folk şarkısı öğesi barındıran gürültülü bir shoegaze'imsilik var derdim. Bu kelimeden nefret ediyorum, ama başka nasıl anlatılabileceğini bilmiyorum. Gürültülü ve kinetik shoegaze şarkıları onlar. Birtakım post-rock öğeleri olan, oldukça şarkı bazlı bir albüm, sanırım. İkinci albümde [Forget The Night Ahead, 2009] yine gürültülü gitarlar ve folk öğeleri bulunuyor, ama ilk albümden çok daha karanlık olduğunu söylerim. İlk albümde akordeon ve benzeri şeyler varken, ikincisi oldukça daha yoğun ve gitar ağırlıklı ilerliyor. Üçüncü albümde ise [No One Can Ever Know, 2012] post-punk etkileriyle, davul örneklemeleriyle beraber çok daha fazla elektronik öğe kullandık. Tüm bunları bir araya getiren de hepsinin bayağı bir İskoç havası taşıması.
Grubun müziğindeki gelişmeye öncü olan nedir? Grup elemanlarındaki değişikliler mi, yoksa safi sıkıntıdan mı?
Eleman değişikliklerinden kaynaklandığını söyleyemem, çünkü şarkıları hep Andy'le [MacFarlane, gitar/akordiyon/“noise”] ben yazıyoruz ve albümlerin prodüksiyonunu da hep o yapıyor. Sıkıntı derken bir yerde haklısın, çünkü hep aynı şeyi yaparak, aynı müziği yaratarak devam etsek, insan sıkılır. Bunu yapmanın amacı ne ki? En sevdiğim gruplar hep yıllar geçtikçe evrim geçirdi ve seslerini geliştirdi. Biz de her zaman gelişmek, yeni şeyler deneyip kendimizi farklı yönlere itmek istiyoruz. Yaşlandıkça değişiyoruz, farklı şeylerden hoşlanıyoruz ve bu her albümü etkiliyor. Bir yandan, geri dönüp albümlerimize baktığımda, her birinde, o anda hayatımın neresinde olduğumu ve nasıl bir insan olduğumu görebiliyorum. İnsan olarak kesinlikle değiştim, ondan yazdığım müziğin de değişmesi mantıklı. Fakat aynı zamanda, albümlerimizin hepsinde şarkılarımızı yazış ve daha sonra prodüksiyondaki çalışma zihniyetimiz aynı. Yalnızca hakkında yazacak bir şeyim varsa şarkı yazıyorum; hiçbir zaman öylesine yazmış olmak için şarkı yazmadım. Hakkında yazacaklarımın tükendiği gün, bırakacağım gün olacak. Sürekli aynı şeyi tekrar eden o kadar çok grup var ki ve bu onlar için yürüyor. Bayağı başarılı oluyorlar ve insanlar müziklerini satın alıyor, ama biz öncelikle kendimiz için müzik yapmak zorundayız.
Yeni albümün daha çok krautrock'a yönelmesine rağmen, tüm kullanılan synthlerin analog olduğu doğru mu?
Evet, doğru. Bu daha çok Andy'nin seçimiydi; daha doğal bir ses istiyordu, ama aynı zamanda da stüdyoda bize verilenler analog synthlerdi. Onlar tüm synth işleriyle uğraşırken, ben televizyon odasında içiyordum. O yüzden, dürüst olmam gerekirse, pek de başka bir şey bilmiyorum.
Stüdyo deneyimiyle canlı çalmanın arasındaki farklarla ilgili felsefen nedir? Çoğu grup canlı çalabilmek için katmanlarını azalttıklarında kulağa zayıf gelir, ama siz safi güçle bunu telafi ediyorsunuz...
İkisi tamamıyla farklı şeyler ve ikisinden de farklı şeyler ediniyorsun. Canlı çaldığımız zaman insanlar herhangi bir şekilde sesimizi incelttiğimizi söyleyemez; hattâ muhtemelen, müziği çok daha fazla sesle doldurup agresifleştiriyoruz. Şahsen ben stüdyodan pek de zevk almıyorum, çünkü oraya gelene kadar benim tüm bölümlerim bitmiş oluyor ve yapmam gereken tek şey vokalleri sunmak. Bu da oldukça uzun ve zorlu bir süreç. Öbür yandan, sahnede çalıp iyi bir konserden sonra seyirciden güzel bir karşılık almak, muhtemelen hissedebileceğin en güzel duygulardan biri. Ben şahsen canlıyı tercih ediyorum, öyle diyelim.
Yeni synthli şarkıları konserlere nasıl uyarlıyorsunuz?
Bayağı iyi oluyor. Daha albümü kaydetmeden önce birkaç yeni şarkıyı canlı setimize koymaya başlamıştık. Tabiî bu şarkıları eskilerle beraber çalmanın uyumlu olmayacağı konusunda endişeler vardı, ama setimiz eskisine nazaran daha dinamik. Eskiden sahnede fazla kalmaktan suçlu sayılabilirdik, belki bir saat kadar. Tüm bu süre boyunca kulakların patlatılıyorsa, bu biraz fazla gelebilir. Hâlâ agresif ve oldukça gürültülü olmalarına rağmen, yeni şarkılarla setin içinde çok daha fazla nefes aralığı oluyor, ki bu da eski şarkıları güzel tamamlıyor. Yeni şarkıların sete eklenmesi sayesinde, şu anda hiç olmadığımız kadar iyi olduğumuzu düşünüyorum. Çok daha fazla iniş çıkış var ve bu hem seyirci, hem de bizim için, baştan sona, daha hoş bir deneyim oluşturuyor.
Bak, kendini pazarlayabiliyorsun işte; sorun yok.
Evet ya, insan şimdiye kadar alışırım zanneder...
Smashing Pumpkins, Mogwai, Battles ve Beirut gibi isimlerin açılışını yapmış biri olarak, başka kimin açılış grubu olmak isterdin ve sen hangi grupların senin konser açılışlarını yapmasını isterdin?
İkinci soru için uzun bir listem var ama buna cevap verirsem muhtemelen başımı biraz derde sokarım. Beraber turneye çıkmak istediğimiz gruplara gelince, çok şükür, geçenlerde Robert Smith'in grubumuzun hayranı olduğunu öğrendik. The Cure eğer bir daha turneye çıkarsa, onlara katılma fırsatına balıklama atlarız. Onun grubu beğendiğini bilmek de inanılmaz bir iltifat.
Daha çok The Cure'cu mu, yoksa the Smiths'ci misin?
Bu zor bir soru. Daha gençken yüzde 100 Smiths'tim ve The Smiths hâlâ en sevdiğim gruplardan biri. Zaman geçtikçe Morrissey beni gittikçe daha fazla sinir etmeye başlıyor, ama The Smiths hâlâ gelmiş geçmiş en sevdiğim beş grubun arasında. The Cure'u da gittikçe daha çok seviyorum; sanırım şu anda 50/50'lik bir durum.
The Cure'nin bazı harika şarkıları var, ama ben genel olarak the Smiths'i tercih ederdim. Estetikleri daha çok hoşuma gidiyor ve her ne kadar Morrissey'le ilgili söylediklerine katılsam da, Robert Smith de bu günlerde biraz çatlağın teki, o yüzden o konuda berabereler.
Bence ikisi de çatlağın teki. Yirmili yaşlarımın başında sürekli olarak The Smiths dinledim ve onlar kadar sık dinlediğim başka bir grup olduğunu sanmıyorum. Meat Is Murder'a bayılıyorum. Daha ilk günden şarkı yazışımı etkilediler, ama asla Morrissey'le tanışmak istemem. İdolleriyle tanışmak insanların hoşuna gidiyor, ama bu sanırım benim için her şeyi tamamıyla mahvederdi. Ben sırf müziğiyle gayet mutluyum, bu benim için yeterli. Bir de Nine Inch Nails'le turneye çıkmak isterdim. Manyak olurdu.
The Cure ve Nine Inch Nails'in hayran kitleleri arasında, sence, sizi hangisi daha çok sever?
Bence mutlu bir şekilde ortasını bulurduk. Seyircinin yarısını kızdırırdık, diğer yarısı da bizi severdi. Belki de hiç kimse bizi anlamazdı.
O zaman hangi ufak gruplara sizin için açılış grubunuz olma pozisyonunu vermek isterdin?
Kendimiz de tam olarak büyük bir grup sayılmayız, ama sanırım İskoçya'da olduğumuzda yanımıza almak istediğimiz bir sürü grup var. Chemikal Underground'un listesinde, bir de Mogwai'nin plak şirketi Rock Action'da çok iyi olan bir sürü isim var. Arkadaşlarımız olan Errors da bizimle Amika'ya geliyor. Onlarla çok iyi arkadaşız, o yüzden bunun için bayağı heyecanlıyım. Rock Action'da olan Remember Remember diye bir grup var, bir de flamenko müziği yapmadan, flamenko gitar çalan RM Hubbert adlı İskoç bir solo sanatçısı. Müziği tamamen benimsiyor ve şarkıları da biraz karamsar, o yüzden onu bayağı seviyorum. Daha gençken yeni gruplar arardım, ama şimdi beni sadece sinir edip sıkıyorlar.
Daha önce stadyumlarda çalmak gibi bir emelinin olmadığını, yalnızca geçinebilecek kadar başarılı olmak istediğini söylemiştin. 2012'de orta büyüklükte bir rock grubu olmanın gerçekleriyle ilgili neler düşünüyorsun?
Bence bok gibi. Hepimiz, korsan gibi şeyler yüzünden müziğin gittikçe daha az sattığını biliyoruz, o yüzden ben sadece işleyen bir grup olmak istiyorum. Biz gerçekten çok çalışıp olabildiğince fazla insana çalmak isteyen bir grubuz. Seyircide ister 10 insan olsun, 100 olsun, daha fazla olsun, fark etmez. Onlar bizim müzik çaldığımızı görmek için para ödediler ve bu da oldukça muhteşem bir şey. Birisi bana altı yıl önce “İstanbul'da konser veriyor olacaksın,” deseydi, onlara siktirip gitmelerini, bunun olamayacağını söylerdim. Ancak, aynı zamanda, finansal açıdan pek de çalışan bir iş değil. Para benim için çok şey ifade etmiyor ve milyoner olmak gibi bir isteğim yok. Ben sadece canlı müzik çalmak, rahat olmak istiyorum. Amaç bu; daha fazla müzik yapabilecek kadar para kazanmak. Orta büyüklükteki gruplar için oldukça zor bir dönem, çünkü endüstri sürekli olarak, çıkacak yeni büyük ismi beklemek üzerine kurulu. Daha fazla albüm kaydettikçe, insanların yeni gruplara ve yeni müziğe daha ilgili olduklarını keşfediyorsun. Bazı gruplar da bu sebeple kenarda kayboluyor. İnsanlar ellerinde olanın değerini bilmeye başlamazlarsa, bazı en sevdikleri gruplardan ve hak ettikleri desteği gördüklerinde yapabilecekleri harika müziklerden kaybetmeye başlayacaklar.
Peki Twilight Sad'in içinde hiç “sad” (hüzün) kalmadığında ne olacak?
O gün hiç gelir mi, bilemiyorum. Hakkında yakınabileceğim çok şeyim var, bu kişiliğimin bir parçası. Sevmediğim bir sürü insan var, o yüzden içimde, onlara odaklanarak, haklarında yazabileceğim daha çok şarkı var.
The Twilight Sad, 1 Kasım'da Babylon'da sahne alacak.