Bantmag

İNSANLIĞIN EN BÜYÜK MESELESİ VARLIK, VAROLUŞUN NEDENLERİ VE ANLAMI.  İNSANOĞLU KONUŞABİLDİĞİ VE DAHA SONRA YAZABİLDİĞİ ANDAN İTİBAREN BU SORUYU CEVAPLAMAYA UĞRAŞIYOR.

 

Olaya bir varlık felsefecisi bilgi edasıyla yaklaşamasam bile şu soruları çabucak sorabilirim ve kafam neredeyse patlamaya yakın hâle gelir: İnsan birinin yaratımı mı? Evrim gerçek mi? Büyük büyük dedelerimiz birer maymun mu? Evrende bizden başka ve bizden kat kat zekî canlılar var mı? Sadece et ve kemik miyiz? Ruhumuz var mı? Bu hayatlarımızdan önce başkaları da var mı? İnsanlar kopyalanabilir mi? Peki ya biz gerçekten var mıyız? Bu dünya gerçek mi? Yoksa tüm bu yaşadıklarımız başkalarının evlerinde PS3’de oynadıkları bir oyun mu?

Konu üzerine çalışan filozoflar ve bilim insanları bir yana dursun, Hollywood yazar ve yönetmenleri de boş durmuyor tabiî ki. 26 Ekim’de tüm dünya ile birlikte bizde de gösterime gelecek olan Cloud Atlas’ın hatırlatması ile ortaya çıkan bir seçki var aşağıda. Kafam tonlarca soru işareti ile doldurmak için bol bol boş vaktim var diyorsanız bu listedeki filmlere bir göz atılabilir.

 

 

GATTACA (1997)

Gattaca, yakın bir gelecekte, insanların genetik manipülasyon ile mükemmeliyete eriştikleri ve bunun dışında kalan doğal olarak dünyaya gelmiş Vincent (Ethan Hawke) gibilerine “geçersiz” dedikleri bir dünyada geçiyor. Vincent’ın bu gerçekliğe karşı çıkıp, mükemmellerden birinin kimliğini çalması ve başka bir gezegene kaçabilmek için onların arasına karışması ise filmin temasını oluşturuyor. Her gün azimle kendi DNA kalıntılarını yok etmek için saatlerce temizlenen ve üzerine çaldığı kimliği geçiren Ethan Hawke’ın sahneleri filmin unutulmazları. Filmin set tasarımı ve sinematografisi de dönem için fazlasıyla iyi. Neticede film insanın gelebileceği (ya da gelmekte olduğu) sonsuz ve mükemmel yaşama isteği üzerine getirilebilecek güzel bir eleştiri.

 

 

EXISTENZ (1999)

Bu listedeki bazı filmler için tartışmasız beğenilme hissine ulaşmak zor. Çoğu ya seviliyor ya hiç sevilmiyor. Benden başka sevenini henüz tanımadığım bir Cronenberg filmi olan Existenz ise sanal gerçeklik içinde var olma üzerine kurulu bir bilim-kurgu macera. Basitçe özetlemek gerekirse, Jennifer Jason Leigh’in canlandırdığı, dünyanın en iyi oyun geliştiricisi Allegra’nın yeni oyununu bir takım kişilere sunarken, oyun içinde var olmaması gereken gerçek kemik ve etten yapılma bir silahla vurulması ile film başlıyor. Allegra, bu suikastı düzenleyen  bir nevi militan bir örgüt  olan “Gerçekçiler”e karşı, oyunu daha önce hiç oynamamış Jude Law ile birlikte oyuna girip bir takım maceralara girişiyor. Şimdi öğrendiğime göre, Cronenberg o dönem oyuncularını filmin moduna girebilmeleri için Sartre, Kierkegaard, Nietzsche ve Camus okumaya zorlamış. Eğer Cronenberg bu yazarların anlattığı biçimde bir takım varoluşsal veya olmayışsal  mevzuları filme katmaya çalıştıysa ben onları hiç alamamışım. 

 

 

THE MATRIX TRILOGY (1999 – 2002 - 2003)

Tabiî ki The Matrix’i hepimiz izledik ve hepimiz çok seviyoruz. Üçlemenin ne anlattığı da zaten bu derginin sayfalarına sığmaz. Ancak üçlemenin adını bu türlü bir listede göstermemek çok ayıp olurdu. Budizm’den Hıristiyanlığa, varoluşçuluktan hiççiliğe türlü referanslar üzerine kurulu The Matrix, izledikten 10 yıl sonra bile ilk günkü keyfini hiç aratmayan dolu dolu bir üçleme. Wachowski Kardeşler bu yıl da güçlerini Tom Tykwer ile birleştirip kafamızı uzun süre meşgul edecek olan bir başka roman uyarlaması Cloud Atlas ile geliyorlar.

 

 

A.I. ARTIFICIAL INTELLIGENCE (2001)

Steven Spielberg’in bir kısa öyküden uyarladığı A.I. Artificial Intelligence, çocuk formunda bir android olan David’in sevgi arayışını anlatıyor. İnsanoğlunun düşünebilen ve duygularıyla hareket edebilen robotlar yaratabileceği üzerine hep süregelen çeşitli argümanların bir toplaması olan filmin yapımına önce Stanley Kubrick başlıyor ancak 95’te filmi Spielberg’e devrediyor. Jude Law’ın biraz laubali android karakterini, David’in devamlı ağlak ve biraz alık suratını gördükçe insan, Kubrick’in yapmış olabileceği bir versiyonunu merak ediyor. Filmin içindeki soruları gözardı edişimizin en büyük nedeni, çocuklara hitap eden bir Disney yapımı gibi oluşu. Şimdi düşündüm de, Prometheus’daki neredeyse mükemmel robotunun adının da David olması acaba Ridley Scott’ın Spielberg’e bir mesajı mı?

 

 

THE ISLAND (2005)

Scarlett Johansson’un yeni meşhur olduğu ve piyasaya çıkan iki filmden birinde rol aldığı dönemde vizyona gelen bu filmi kaçıran herhâlde olmamıştır, zira Scarlett’in yanında Ewan McGregor da var... Filmin öyküsü aslında yazının başında sorduğum birkaç soruya değiniyor. Bir (sahte) distopya olarak kurgulanmış filmde, dış dünyaya kapalı bir komünitede yaşayan insanların inancına göre dünya o kadar zehirlidir ki artık yaşanamaz hâldedir. Arada bir yapılan bir çekilişle tek yaşanabilir kalmış olan bir adaya gitme hakkı kazanılmaktadır. Ancak dünya hiç de bilindiği kadar kötü durumda değildir. Scartlett Johansson ve Ewan McGregor gerçekte başkalarının sağlığını sürdürebilmesi için "yetiştirilen" ve bir tesiste hapsedilmiş birer klon olduklarını öğrenirler, böylelikle Michael Bay'in uzmanlık alanı olan aksiyonlu bir kaçış başlar.

 

 

THE FOUNTAIN (2006)

The Fountain, Aranofsky’nin ya çok sevilen ya da hiç sevilmeyen tüm diğer filmlerinden (bu filmi de benden başka seven var mı bilmiyorum gerçi) bir tanesi. Film her biri içinde Hugh Jackman ve Rachel Weisz’ın olduğu üç bölümde gerçek aşkı, yeniden doğusu ve inancı konu alıyor. Aranofsky’ye göre film yalnızca “ölüm korkusu” ve “basit bir aşk hikâyesi.”  Özellikle kusursuza yakın görüntü yönetimiyle öne çıkan film, sonsuza uzanan bir aşk hikâyesi üzerinden, hayat ağacı ve varoluşun tohumlarını didikliyordu.

 

 

NEVER LET ME GO (2010)

Aynı isimli Kazuo Ishiguro romanından uyarlanan Never Let Me Go, başrollerinde Carey Mulligan, Keira Knightley ve Andrew Garfield’in oynadığı bir “her kitabı da uyarlamaya gerek yok” filmi. Kabaca başka bir klonlama üzerine distopyayı anlatan olan bu filmde Tommy, Kathy ve Ruth’u başta ne olduğunu anlamadığımız garip bir yatılı okulda görüyoruz, sonradan anlaşıldığı üzere onlar da bir çeşit klon yetiştirme programının parçaları. Tabiî ki bu insanlar bu bilgi üzerine birtakım yaşamsal sorgulamalara giriyorlar. Çocukluktan beri burada olduklarını anladığımız üçlünün arasında süregelmekte olan garip bir aşk üçgeni de mevcut. Filmin kalan kısmı o kadar sıkıcı ki, klonlar üzerine illa ki bir film izlenecekse bu listede de olan The Island’ı tercih etmek daha yerinde olacaktır. 

 

 

THE TREE OF LIFE (2011)

Terrence Malick'in geçen yılki başyapıtı olan The Tree of Life, Sean Penn tarafından canlandırılan orta yaşlarına gelmiş bir mimar olan Jack'in çocukluk hatıraları, annesi, ölen kardeşi ve babası ile olan hikâyesi üzerinden bir “Neden varız?” sorgusu... Filmin epik bir görsel şölen olan ilk 25 dakikası defalarca izlemeye değer. Bir yandan film içinde barındırdığı birtakım temel varoluş arayışlarını bir dış ses aracılığı ile zaten bize iletiyor. Melancholia ile aynı yıl vizyona girdiği ve bağlamsal benzerlikleri nedeni ile çok karşılaştırılsa da, The Tree of Life içerdiği duygu durumu ve insanî sorgulamayı, çok iyi bir biçimde yansıtabildiği için öne çıkıyor. Filmi izlerken ister istemez, Jack’e yakın bir çocukluk geçirmemiş olsanız bile kendi geçmişinizi ve hayatınızın içine dalıyorsunuz. Filmin tek bir sorunu var o da Brad Pitt’in, Sean Penn’in film içinde bile olsa babası olamayacağı gerçeği.

 

 

MELANCHOLIA (2011)

Lars von Trier'in Melancholia'sı 2011 yılının en beğenilen hem de en nefret edilen filmlerinden biri. Bu film nedeniyle küsen birçok iyi sinefil arkadaş, bu yılki Filmekimi'nde Haneke'nin Amour'unu izleyip ortak beğenilerini paylaşmadan barışmayacaklar muhtemelen... Filmde dünyanın sonu yaklaşırken verilen bir düğün davetinde gerçekleşen ağır ve histerik olaylar bütününü iki kız kardeş olan Justine,  Claire ve aileleri üzerinden izliyoruz. Kirsten Dunst’ın Justine’i ne kadar narsist ve depresifse, Charlotte Gainsbourg’un canlandırdığı Claire de bir o kadar kontrol delisi ve mükemmeliyetçi. Film bu atmosferi biraz yapmacık bir şekilde verirken (şatoda bir yemek, garip anne ve baba figürleri, anlaşılmayan diyaloglar), karakterlerin dünyanın sonuna olan garip tepkileri de filmin son yarısını biraz sıkıcı ve anlaşılmaz kılıyor. Filmi izledikten sonra Trier’in geçirdiği ağır depresyonun tüm etkisini birebir sizin de yaşamanız muhtemel.

 

 

PROMETHEUS (2012)

Birçoğumuzun hayatında önemli bir yer edinmiş olan Alien serilerinin ön filmi olarak Ridley Scott’ın bu yıl vizyona sürdüğü Prometheus, uzaydaki birtakım yaratıklara karşı olan savaş temasını bir tık öteye taşıyor ve insanın nasıl oluştuğuna dair soruya, yepyeni ve zekîce bir cevap veriyor. İzlememişler için filmin konusunu berbat etmek istemezdim ama başka bir gezegenden gelenlerin insanı yaratışını anlatan giriş sahnesi izlediğim en iyi açılış sahnelerinden biri. Filmin devamı zaten bu güzel fikir üzerine kurulu, iyi bir aksiyon. Filmin sonunda “yarattığın şeyi neden yok edesin” sorusu ile günümüz insanlığının yıkıcı tarafına acımasız bir eleştiri de geliyor. Filmin en sevilebilecek karakteri Michael Fassbender’ın canlandırdığı soğuk ve mesafeli robot David. Filmin hiç akla yatmayan yerleri ise Guy Pearce’ın o güzel bedeninin neden bir yaşlı amcanın sureti içinde görmek zorunda olduğumuz anlar. Prometheus devam filmi ise henüz kesinleşmemiş bir tarihte hikâyeyi kaldığı yerden devam ettirecek.

 

 

CLOUD ATLAS (2012)

Bu ay bizde de vizyona girecek olan Wachowski Kardeşler ve Tom Tykwer üretimi Cloud Atlas, aynı isimli 2004 yılında yayınlanmış David Mitchell romanından uyarlama. Hikâye bireylerin birbirlerinin hayatlarını geçmiş, günümüz ve gelecekte nasıl etkilediğini sorguluyor ve reenkarnasyon ana teması üzerine oturuyor... 19 yüzyıldan post-apokaliptik düzleme uzanan altı ayrı hikâyenin, kimi zaman iç içe geçmesi ile kurgulanan öyküyü şimdiye kadar ortaya çıkmış fragmanlarda biraz olsun izleyebilmek mümkün. Filmin 100 milyon dolarlık bütçesinde Warner Bros.’u görmek mümkünse de kalan paranın çoğunluğun bağımsız kaynaklardan geliyor olması, onu en büyük bütçeli bağımsızlardan biri hâline getiriyor. Filmin ekim ayında vizyona girişiyle, başarısı üzerine çok büyük tartışmaların olacağı da kuşkusuz.