Bantmag

YAŞANAN EKONOMİK ZORLUKLARIN KURULAN HAYALLERLE OLAN ÇATIŞMASI FİLMLERİN OLAY ÖRGÜSÜNDE EN SIK RASTLADIĞIMIZ KONULARDAN BİRİDİR. KARAKTERLERİN HAYATLA VERDİKLERİ MÜCADELENİN EN ÖNEMLİ KAYNAĞI TEMELSİZ CESARETLERİ VE BİR GÜN ULAŞACAKLARINI DÜŞÜNDÜKLERİ BÜYÜK BEKLENTİLERİDİR. NE DE OLSA HİÇBİR ŞEYE SAHİP DEĞİLKEN HER ŞEYE SAHİP OLABİLECEĞİNİZE İNANMAK HER ZAMAN OLDUĞUNDAN DAHA GERÇEKÇİ GELİR.

 

Son on yıldaki sinemasal kimliğini daha çok suça ve sosyal kaoslara dayalı filmlerle şekillendiren Güney Amerika’nın bu özellikleri taşıyan filmlerinin 2000’lerin ilk yıllarındaki kadar ilgi uyandırdığı söylenemez. Bazı niteliksiz örneklerden sonra Güney Amerika etiketli suç filmlerine karşı belli belirsiz bir önyargının oluştuğundan bahsetmek dahi mümkün. Daha ilk sahnelerinden, söz konusu önyargılara sebebiyet veren filmlerin sıradan bir takipçisi olmadığının işaretlerini veren Miss Bala (2011) bu yüzden önemli bir film.

 

Şehir merkezi yakınlarındaki eski bir kulübede babası ve erkek kardeşiyle birlikte yaşayan 23 yaşında güzel bir kız olan Laura, hayatını daha iyi koşullarda idame ettirebilmenin en kolay yolunun Baja California güzellik yarışmasını kazanmak olduğunu düşünmektedir. Arkadaşını aramak için izbe bir depoda düzenlenen partiye giden Laura’nın, mekânın bir uyuşturucu çetesince basılıp içerideki hemen herkesin öldürüldüğü bir katliam gecesinden sağ kurtulması filmin devamına şekil verir. Ancak örgütün Laura’yı bulması zor olmaz. Bu noktada Laura’nın önünde ‘’göreceli’’ bir fırsat belirir: Bu suç örgütünün kirli işlerini yapması karşılığında en büyük hayali olan güzellik kraliçesi tacına erişmek…

 

Türleri birbiriyle harmanlayarak derinlikli ve ritmik bir hikâyenin kapılarını açarken başlı başına bir suç filmi olma özelliğinden kopmamasıyla özgünlüğünü ortaya koyan Miss Bala’yı benzerlerinden ayıran en büyük unsur, kurulan dramatik yapının yolundan gidilen sinemasal kimliğe yabancılığı oluyor.

 

Subjektif kamera kullanımı benimseyerek Laura’yı adım adım takip eden Gerardo Naranjo, karakter merkezli anlatımıyla filmin gerilim gücünü arttırırken aynı zamanda erkek hegemonyasındaki suç dünyasında nesnesel taraflarıyla var olabilen kadın olgusuna vurgu yapıyor. Laura’nın içsel çıkmazlarını, yaşadığı kişisel deneyimlerin ötesinde tutarak bu hesaplaşmayı, vicdan ve çıkarlar arasında gidip gelen toplumsal ikilemlere genelleyen yönetmen böylelikle filmini yaygın anlatım tekniklerine yenilik getiren bir noktaya taşıyor.

 

Büyük hayallerin hüsranla kurduğu yakın ilişkiyi genç bir kızın heba edilen geleceğiyle örneklendiren Miss Bala’yla benzer doneler üzerinden ilerleyip diyalektik sonuçlar çıkaran Bellissima (1951) ise bedensel güzelliği toplumsal süreçlerle bütünleşik bir şekilde ele alarak güzellik kavramını daha geniş bir perspektiften değerlendiren bir yapım. Bundan tam 60 sene önce…

BELLISSIMA (1951)

İtalyan Yeni Gerçekçiliği’nin öncü isimlerinden Luchino Visconti’nin ilk filmlerinden olan Belissima’da karakterlerin, akımın genel özelliklerine uygun olarak, ekonomik sıkıntılarıyla başa çıkmanın yollarını kolaycı çözümlerde arayan insanlar arasından seçildiği gözlenir. Aile içindeki dinamiklerin bireylerin kişisel hedefleri, hırsları ve bencillikleri sonrasında çöküşe geçmesini filmografisinin tipik malzemelerinden biri olarak belirleyen yönetmenin kadrajında Roma’nın fakir muhitlerinden birinde yaşayan tez canlı bir kadın olan Maddalena ile küçük kızı Maria yer alır.

 

Roma’daki şeker hastalarına iğne yaparak hayatını kazanan Maddalena’nın en büyük dileği kızı Maria’nın maddî kaygılardan uzak, saygın bir oyuncu olmasıdır. Gözde yapım şirketlerinden birinin büyük bütçeli bir filmde başrolde oynayacak küçük bir kız çocuğu seçmeleri düzenlediği haberini alınca şehirdeki diğer pek çok vatandaş gibi çocuğunu kapıp film şirketinin kapısındaki kalabalığa karışır. Kızının oyunculuk eğitimi, dans kursları, fotoğraf çekimi ve giyim kuşamı gibi içinde bulundukları koşullar düşünüldüğünde oldukça lüks olduğu söylenebilecek masraflar için, kocasından gizleyerek biriktirdiği bütün parayı tüketmeyi bile göze alır. Oyuncu elemelerinde geride bırakılan her adım Maddalena’nın hırsını ve şevkini biraz daha körüklemektedir. Peki bu karmaşada oradan oraya sürüklediği küçük kızı Maria ne hissetmektedir?

 

Zamanla saplantılı bir noktaya varan bu arzunun iki ana sebebi olduğundan bahsedilebilir:

 

Maddalena, bütün gün çalışıp para kazanmasına karşın kocasından dayak yiyen, düşünceleri ve istekleri önemsenmeyen bir kadındır. Çevirdiği dolaplar ortaya çıkınca eşiyle yaşadığı tartışmada kızı konusundaki bu azminin kendisi gibi hor görülen, saygı görmeyen bir kadın olmasından duyduğu korkuyla ilintili olduğunu net bir şekilde dışa vurur.

 

Diğer sebepse yalnızca genç bir kızken kurduğu hayallerdir. İzleyicilerin nefesini kesen büyük bir sinema yıldızı olmak isteyen Maddalena bu hayalini kızı Maria’nın gerçekleştireceğini ümit etmektedir. Zira çocuk sahibi olmak bir yönüyle, gerçekleştirilemeyen hayalleri edinilmiş tecrübeler eşliğinde bir kez daha deneme fırsatı elde etmektir. Bu anlayış ebeveynliği maddesel bir çıkarcılığa indirgiyormuş gibi görünse de aslında bu ilişkinin bütün taraflarına aynı oranda zarar vermektedir.

 

Göl sahnesinde Annovazzi’nin annesiyle olan ilişkilerine dair Maddalena’ya nasihat verircesine sarf ettiği sözler bu düşünceyi net bir şekilde ortaya koyar:

 

‘’… şu anda çok yaşlı olan annem gençken benim hayatımın nasıl olacağını kafasına takarak kendisine eziyet etmeseydi belki bugün daha az üzgün olurdu. Şimdi günlerini çoraplarımı arayıp gömleklerimi yıkayarak geçiriyor.  Annem… Vazgeçtiği her şeyi benim için umutlara dönüştürdü.’’

 

Maddalena da kendisinin değerlendiremediği oyunculuk fırsatının, Maria’ya onunkinden farklı bir geleceğin kapısını aralayacağını inanır. Ta ki gizlice izlediği deneme çekimlerinde film ekibinin kızının kayıtlarına kahkahalarla güldüğüne kendi gözleriyle şahit olana kadar… O zamana kadar gözyaşlarını yalnızca isteklerinin yerine getirilmesi için kullanan Maddalena, kızıyla alay edildiğini anladığı anda ilk kez gerçekten ağlar. Maria’ya daha iyi bir hayat sunabilmek için yaptığı fedakârlıkların kaynağı olan annelik duygusu, gençliğinden kalma hırslar uğruna kızına verebileceği zararın önüne geçebilen tek kudrettir. Maddalena artık, güzellik kavramının herhangi bir kıyasa muhatap olamayacak kadar dokunulmaz olduğunun ve kızı Maria’dan ‘’güzeller güzeli’’ olarak bahsedebilmesi için O’nun annesi olmaktan başka bir gerekçeye ihtiyacı olmadığının bilincindedir.

 

Gerçeklerle baş etmenin yolunu hayallerinde arayan Maddalena’nın gelgitli ruh hâlini, yalnızca onun bedeninde hayat bulabilecek yüksek sesli bir samimiyetle perdeye yansıtan Anna Magnani, bu performansının ardından İtalyan sinemasının en önemli kadın oyuncularından biri hâline gelir. Dört yıl sonra ona en iyi kadın oyuncu Oscar’ını kazandıracak The Rose Tattoo’nun başrolünü Bellissima’nın son sahnesinde sesi, evlerinin bitişiğindeki açık hava sinemasından yatak odalarına dolan Burt Lancaster’la paylaşacak olması ise sanatçının kariyerinde kritik bir önemi olan Maddalena rolüne ödenen bir vefa borcu gibidir. Maddalena’nın kızı üzerinden ulaşamadığı hayalleri bir anlamda Anna Magnani’nin bizzat kendisi tarafından gerçekleştirilir. İstisnalar kaideyi bozmasa da mutlu sonlar konusunda hayat bazen filmlerden daha cömerttir.

 

 

Bu bölümün içeriği Fil'm Hafızası tarafından hazırlanmaktadır.