Bantmag

HEPİMİZ AZ ÇOK YAZARLARIN NASIL TİPLER OLDUĞUNU BİLİYORUZ YA DA NASIL BİR İZLENİM BIRAKMAYI SEVDİKLERİNİ... FAZLA RÖPORTAJ VERMEZLER ÖRNEĞİN, FACEBOOK’TA FALAN DA BULUP ARKADAŞ LİSTENİZE EKLEYEMEZSİNİZ. KİŞİSEL İNTERNET SAYFALARI DA YOK ÇOĞUNUN... HANİ ÇOK SEVDİĞİNİZ BİR YAZARA ULAŞMAK İSTERSENİZ İMZA GÜNLERİ DIŞINDA PEK ŞANSINIZ OLMAYABİLİR.

 

Hele bir dergi olarak tuttuğunuz bir yazar ile röportaj yapmak isterseniz genellikle alacağınız cevap “maalesef yazarımız röportaj vermiyor” olacaktır. Müzikte durum böyle mi? Ne de kolay röportaj yapıyoruz yıllardır bir dolu müzik grubuyla... Neyse, Türkiye’de Boksör, Böcek adıyla yayınlanan kitabın yazarı Ned Beauman böyle değil neyse ki... Kendisinin mütevazi bir internet sitesi var ve hemen altta da kişisel mail adresi bulunuyor. “Merhabalar, Bant Mag olarak sizinle röportaj yapmak istiyoruz...” gibisinden bir mail atıyoruz, yarım saat sonra “süper, hadi gönderin soruları... Bu arada Ekim’de İstanbul’a geliyorum” diye cevap geliyor. Belki henüz 27 yaşında olduğu içindir ya da pek umurunda değil kolaylıkla ulaşabilir olmak ya da röportaj vermeyi seviyordur. Önemli değil, önemli olan daha 25 yaşındayken harika bir ilk roman yayınlamış olması ve bunun da bizim lisanımıza çevrilip raflarda yerini almış olması, bizim de bu kitabı çok sevmemiz. Ha bir de gerçekten İstanbul’a geliyor olması... İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali için...

 

Boksör, Böcek iki farklı zaman diliminde geçen şiddet, drama, tarih ve fantastik öğelerle yüklü, ters köşeye yatıran, sürükleyen, bir dolu garip ve ilginç bilgi ile kafanızı dolduran, “Bunu hemen arkadaşlarıma anlatmam lazım” dedirten kitaplardan. Çürümüş balık gibi kokmasına neden olan bir hastalığa sahip, Nazi eşyaları koleksiyoneri Londralı bir adamın bulaştığı ve çözmek için çabaladığı bir cinayet vakası kitabın bir bölümünü oluşturuyor. Diğer bölümde ise cinayetin sebebi olarak gösterilen ve 1930’larda İngiltere’de geçen bir hikayeye tanıklık ediyoruz. Faşist bilim adamı Doktor Erskine ve ruh hastası Yahudi boksör Günahkar arasındaki şiddet, seks ve çıkar yüklü ilişki... İki hikaye de paralel ilerliyor; günümüz kahramanı Kevin’in başından geçenleri onun ağzından dinlerken ve cinayetin ardındaki olaylar zinciri giderek çetrefilleşirken arada eskiye bağlanıyor ve Doktor Erskine’in üstün insan ırkı yaratmak üzere bir böcek türü üzerinden giriştiği akıl almaz çabaya tanıklık ediyoruz. Aralarında 80 yıl olan bu iki paralel hikayenin nasıl birleştiğini, ne gibi olaylara gebelik yaptığını burdan anlatmayalım, merak edenler gidip hemen kitabı edinsin. Zaten sevenler de İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali’nin programına bir göz atıp yazarın katılacağı oturumlara, panellere gidebilir.

 

Şu sıralar, henüz Türkçe’ye çevrilmemiş olan ikinci kitabı Teleportation Accident’ın keyfini süren Ned Beauman’a merak ettiklerimizi sorduk; buyrun cevapları...

 

Oldukça genç bir yaşta ilk romanın yayınlandı ve büyük bir ilgi gördü. Kitap yayınlanmadan önce endişelerin, korkuların, büyük beklentilerin ya da biraz da genç yaşın verdiği bir rahatlık var mıydı?

Son zamanlarda fark ettim ki, insanların yazarlarda en sevdiği şey, nedenini anlamasam da, tereddütsüz alçakgönüllülük. Dolayısıyla bu röportajın hayrı için kitabım hakkında tek bir yazı bile çıkmayacağını, tek bir kişinin dahi okumayacağını düşündüğümü ve hatta yayınlama konusunda gönülsüz olduğumu ileri süreceğim. Aslında kitap İngiltere’de her ne kadar çok iyi karşılansa da Amerika’da hiçbir iz bırakmadan kayboldu. 

 

Boksör, Böcek’te 3 ana karakter görüyoruz; Günahkar, Doktor Erskine ve Kevin. Ancak Kevin’in karakterine olan yaklaşımın ve onun anlatımı diğer iki karakterden tamamen farklı. Hem zaman dilimleri hem de hikayeyi anlatış şekilleri bambaşka. Diğerleri daha karanlık ve karmaşık karakterlerken Kevin alaycı tavırları ve anlatımıyla daha pop bir karakter. Bu kasıtlı bir ayırım mıydı?

Birinci şahıs anlatımlı Kevin’e ilham veren iki kişi Raymond Chandler ve PG Wodehouse’idi (ikisi de güney Londra’da aynı okula gitmişti). Kevin bu cinayeti çözmeye çalışırken Philip Marlowe rolünü oynuyor, ama aynı zamanda Bertie Wooster iyimserliğine de sahip. Ben yine de oldukça karanlık bir karakter olduğunu düşünüyorum; yalnız, takıntılı, aldatılmış. Ama bunu unutmak kolay çünkü onu hiçbir zaman dışardan görmüyoruz.

 

Yine kitaptaki bu üç karakter ile ilgili bir soru sormak istiyorum. Hiçbiri de düzgün tipler değiller, yani ahlaki açıdan hiçbiri doğru yerde durmuyor gibi. Hepsinin de karanlık tarafları, mutsuzlukları, sırları, günahları, suçları var. okurken kendini hiçbir karakterin yerine koymak istemiyor insan. Böylesi karakterleri yaratırken ne tip insanlardan ilham alıyorsun?

Gerçek İngiliz faşistler hakkında okurken, ne zaman toplum üzerine nesnel bir açıklama yapmak isteseler, aslında kişiliklerinin derinliklerinden çürümüş ve düğümlenmiş bi’şeyleri de ifşa ettiklerini fark ettim. Erskine karakteri burdan çıktı. Günahkar ise iki gerçek boksör Jim Hall ve Jack Berg’in bir karışımı. Aynı zamanda üç karakterde benim kendi kişiliğimden yansımalar taşıyorlar.

 

Kitapta çok fazla ufak, yan bilgiler var. ufak yan hikayeler yakın geçmiş ile ilgili detaylı bilgiler veriyor. Her zaman İkinci Dünya Savaşı, İngiltere’deki Yahudilerin çektiği sıkıntılar, faşistler ve bunun gibi konular üzerine bu kadar ilgili miydin? Yoksa kitap üzerine geliştirdiğin ilk fikir seni bu dönemler üzerine araştırma yapmaya mı itti?

Her zaman Indiana Jones, Hellboy ve Wolfenstien’daki kötü Nazi karakterleri üzerine bir ilgim ve 1930’larda geçen İngiliz soylu romanları üzerine merak vardı. Ayrıca 12 ton müzik ve şehir planlaması üzerine bir ilgim de vardı. Ama genel olarak kitabın ana fikri heyecanımı ve merakı mı ateşledi ve bu konular üzerine daha detaylı araştırma yaptım.  

 

İnternet sitende kitapta bahsi geçen objeleri, mektupları, eşyaları görebildiğimiz interaktif bir bölüm var. Bu fikir sadece bu kitapla mı sınırlı, yoksa her romanında böylesi bir çalışma yapmayı hedefliyor musun?

Bu fikir sadece yayımcımın çok iyi photoshop kullanan bir arkadaşı olduğu için ortaya çıktı. Ikinci kitabım Işınlanma Kazası için de yapmak isterdim, çünkü kitapta çok fazla hayali kitaplardan bahsediyorum ve bunlara kapaklar tasarlamak enfes olurdu. Fakat bu tip işlerde maalesef çok beceriksizim.

 

Kitap yazarken müzik dinler misin? Eğer dinliyorsun Boksör Böcek’i yazarken neler dinledin?

Boksör, Böcek’i yazarken fazla müzik dinlemedim ama eğer bir soundtrack’I olsaydı sanırım caz ve 12 ton müziklerinden bir seçki olurdu, özellikle de Elizabeth Lutyens. Şu an üzerinde çalıştığım üçüncü kitabım içinse, moda girmek için bolcana Burial, Koreless ve Holy Other dinliyorum

 

Edebiyat dışında daha çok sinema mı yoksa müzik insanı mısın?

Sevdiğim müziklerden bahsetmeyi pek sevmiyorum çünkü sen ne kadar güzel müzik olduğunu düşünsen de orada birileri senin zevkinin çok sıkıcı olduğunu düşünecek ve seni pek ciddiye almayacak. Ama sinema benim için çok önemli ve en sevdiğim filmler Days of Heaven, The Philadelphia Story, The Conversation, Vertigo, The Sweet Smell of Success, Synechdoche New York, Blade Runner ve Inglourious Basterds.

 

Bir süre İstanbul’da takılacağını söyledin geçenlerde. Yoksa İstanbul’da geçen yeni bir roman mı geliyor?

Tanpınar Edebiyat Festivali’ne davet edilmiştim ben de bunun uzun bir süre kalıp şehri iyice tanımak için iyi bir fırsat olacağını düşündüm. Istanbul’a Soho House açılacağını biliyorum ve bir şehre Soho House açılmadan ziyaret etmenin iyi bir fikir olduğunu biliyorum! Ayrıca birkaç yıl evvel ziyaret ettiğimde oradaki sanat dünyasının patlamak üzere olduğunu hissetmiştim, bu ziyaretimde biraz o ortamları da gezmek istiyorum. Belki eninde sonunda Türkiye hakkında bir şeyler yazarım, daha çok Osmanlı zamanları üzerine, ama şu an bir planım yok.

 

İkinci kitabın Teleportation Accident henüz Türkçe’ye çevrilmedi dolayısıyla onun üzerine sorumuz yok henüz maalesef. Ama şu ana kadar gördüğü ilgi ve kısaca ne üzerine olduğunu merak ediyoruz.

Kitap 2012 Man Booker Ödüllerinde ön aday listesinde yer aldı, ki bu harika bişeydi, gerçi ana listeye giremedim sonra… Aynı Boksör Böcek gibi 1930’larda başlıyor ve Alman dışavurumcu bir set tasarımcısını Berlin’den Paris’e, ordan da Los Angeles’a yaptığı seyahati takip ediyor. Kahramınımız sonra burada ışınlanma makinesi üzerine çalışan bir bilimadamıyla takılıyor. Fikir Mike Davis’in enfes kitabı City of Quartz’dan çıktı.