Bantmag

HASSAN KHAN PEK ÇOK FARKLI YETENEĞİ BİR ARADA BARINDIRAN BİR SANATÇI. 90’LI YILLARDA MISIR’IN UNDERGROUND SAHNESİNDE MÜZİSYEN OLARAK YOLA KOYULAN KHAN’IN YARATICILIĞI HEYKEL, VİDEO, YENİ GÖRSEL SANATLAR VE YAZARLIĞI DA KAPSIYOR. SALT BEYOĞLU’NUN ÜÇ KATINI DA GEZERKEN KENDİNİZİ HEM DİNLEDİĞİNİZ HEM DE BİR DİYALOG İÇİNE GİRDİĞİNİZ, FARKLI ALANLARA YAYILAN ÇALIŞMALAR BÜTÜNÜYLE KARŞI KARŞIYA BULUYORSUNUZ. SERGİYİ HASSAN KHAN İLE BERABER GEZME VE ÜÇ KAT SÜREN BİR SOHBET ETME ŞANSINI YAKALADIM.

 

Bu sizin ilk retrospektif serginiz ve bir izleyici olarak sergiden ilk dikkatimi çekenler çalışma metodunuz ile sanat ve yaratıcılığın pek çok farklı alanlarını kapsayan çok-yönlü keşifleriniz oldu. Video, ses, görüntü ve yazı gibi pek çok farklı yöntemi kullanıyorsunuz. Peki kendi çalışma sürecinizi nasıl tarif edersiniz? Bir fikrin belli yöntemlerle şekillenmesi ve somutlaşması nasıl gerçekleşiyor?

Evet, haklısın, pek çok farklı yöntemi çalışmalarımda kullanıyorum ve her türlü yöntemi de kullanabilirim çünkü işlerimi kullandığım yöntemler belirlemiyor. Çalışmalarımın belli bir başlangıç noktası yok. Bazen bir sözcük, bazen bir görüntü, bazen okuduğum bir yazı, bazen de sadece bir tutku… Gerçekten, çalışmalarımın pek çok farklı çıkış noktası olabiliyor ve bir kere ortaya çıktı mı, neye ihtiyacı olduğunu ve hangi yöntemle şekilleneceğini kendisi belirliyor.

90’lı yıllarda henüz erginlik yıllarımdayken müzisyenlik yapmaya başladım. O yüzden müzikle bir ilişkim hep vardı ve heykel ile kurduğumdan daha dolaysız bir ilişki bu. Fakat çalışmalarımda müziği kullandığımda ki bu sadece “müzik yapmak”tan öte bir durum, müziğin beni yönlendirmeyeceğini bilerek kullanıyorum. Kullandığınız yöntem efendiniz değildir. Çok daha başka bir şey çalışmalarınızı yönlendirir ve bu “başka şey” tanımlanamaz, oldukça gizemlidir.

 

Ben de çalışma sürecinizi tanımlamak için “özgür” tâbirini aklımdan geçirmiştim. Diğer yandan da kontrol eden bir gücün varlığından siz de bahsediyorsunuz. Belki bir fikir ya da gördüğünüz belli bir çalışma… Ne olabilir bu?

Evet, yine de fikir sözcüğü bana oldukça kısıtlı geliyor bana, daha başka bir şey söz konusu… Şunu biliyorum ki çalışmalarım birbirinden oldukça farklı çünkü çıkış noktalarım birbirinden farklı. Her eser farklı bir şekilde ortaya çıkmayı talep ediyor ve ben de bunu yakalamaya çalışıyorum. Söylemem gerekirse çalışmanın yöntemi ve formatı arasında sürekli mücadele ediyorum. O yüzden çalışmalarım bu mücadeleden izler taşır ama tamamen de onun idaresi altında da değildir. “Fikir” dediğinizde ise her şey kısıtlanıyor çünkü fikir, kavramanın sadece bir yönünü oluşturur; hayat ve varoluş söz konusu olduğunda bile… Sadece fikir üzerine kurulu sanat eserlerinin pek çoğunda çabucak bir çıkmaz içerisinde bulursunuz kendinizi. Esere bakarsınız, gördüğünüzü anlarsınız, fikri kaparsınız ve sonrasında da eser ölüverir. Geriye başka ne kalıyor ki? Sanırım ben olduğumdan ve bildiklerimden çok daha ötede duran çalışmalara inanıyorum.

 

Çalışmalarınızın bu tanımlanması imkânsız, gizemli kaynağından söz ederken dil engeliyle de karşı karşıya kaldığımız için sanırım kullandığınız sözlü ifade biçimlerinden de bahsetmemiz gerekir. Yaratıcılığınızın kaynağından bahsederken dilin yetersiz kaldığını belirtseniz de sözlü ifadenin çalışmalarınızdaki rolüne dair güçlü bir inanç besliyorsunuz. Bu inancınızın hayal kırıklığıyla sonuçlandığı anlar oldu mu hiç? Sizce sözlü ifadenin çalışmalarınıza ne gibi bir katkısı oluyor?

Bunu cevaplamak için sergiden birkaç örnek verebilirim. Mesela, çalışmaların hepsine başlıklar koyuyorum ve bunlar bir liste hâlinde üçüncü katın girişinde sergileniyor. O yüzden başka bir açıdan bakarsak, bu serginin adı, girişte de liste hâlinde duran, sergideki tüm çalışmaların adlarından oluşuyor. Yani bu başlıkların hepsine inancımın sonsuz olduğunu söyleyebilirim. Her ne kadar başlıklara inanmasam ve bu sergiyi tek bir başlıkla kısıtlamak istemesem de…

Diğer yandan, bir kitap olarak da basılan 17 and AUC (2003) söz konusu olduğunda dilin geniş bir yer kapladığını söyleyebilirim. Peki, nedir bu “dil”? Bu sözünü ettiğimiz “dil” karar verme aşamasındaki sanatçının başvurduğu dilden çok farklı… Bu durumda “dil” de sanatçının performansı altında kısıtlı kalırdı.

Temelde benim tüm performansımın amacı kendi kişisel tarihimi yıkarak içinde bulunduğumdan, kurumlardan, toplumsal düzenden ve belli bir personanın ortaya çıkışından çok bağımsız bir şekilde yeni bir tarih yazmak. Bu açıdan düşünüldüğünde dil bir yöntem ama kendi normal şartlarından kopuk bir şekilde kullanılıyor.

Mesela, bu sözünü ettiğim hikâyede hiçbir noktalama işareti kullanılmıyor ve yazının ilk hâli hiç editlenmedi. 56 saat, 14 gece süren bir konuşmanın yazıya dökülmüş çiğ hâli bu kitap… Hâliyle kullanılan dilin “normal” olduğundan söz edemeyiz. Alışık olduğumuz bir yöntem olarak kullanılmadı burada.

Sanırım dile inanıyorum ama saf bir ifade şekli olarak değil. Bu bakımdan dilin, mekânın ve eylemin belli bir durumunda ortaya çıktığını düşünüyorum. Diğer yandan, beş hikâyeden oluşan The Agreement (2011) adlı eserde ise dil zorlanıyor ve stilize ediliyor. Aynı şekilde, yine “normal” değil.

Çalışmalarımın bir bölümü benliğin nerede başladığını ve sonlandığını irdeliyor ve dil de bu esnada belirleyici bir rol üstleniyor. O yüzden dili bir engel değil, belirleyici bir etken olarak görüyorum. Dil sadece yapısı bakımından düşünüldüğünde kısıtlayıcıdır. Ben de bu nedenle bu sergiye tek bir başlık vererek onu belli bir “şey”e indirgemek istemedim çünkü esas bu şekilde kaçışı olmayan bir durum yaratmış olurdum. Yine de bu demek değil ki dile olan inancımı yitirdim ve dilin önemsiz olduğunu düşünüyorum. Tam tersine, gücünü kabul ediyorum ve yapıtaşlarımdan biri olarak görüyorum.

 

Her ne kadar çalışmalarınız farklı kaynaklardan besleniyor ve çeşitli yöntemler ile formatlar üzerinden açığa çıkıyor gibi gözükse de hepsini bir arada tutan bağlar aracılığıyla şekilleniyorlar. Aralarındaki bu ilişki özellikle de sorularımı cevaplarken verdiğiniz örneklere bakıldığında iyice ortaya çıkıyor. Bu kasıtlı olarak yaratılmış bir durum mu peki?

Kesinlikle kasıtlı değil. Aralarında birtakım referanslar aracılığıyla bir bağ kurulabileceğini ben de keşfettim garip bir şekilde. Mesela 1998 yılında Adel vs The King of The World adında bir senaryo yazmıştım ve 2004’te de Hidden Location adlı bir çalışmanın yapımcılığını üstlendim. Sonradan fark ettim ki 1998 tarihli senaryonun bir bölümü Hidden Location’da da aynen geçiyor. O yüzden diyebilirim ki bu bağlanmışlık kesinlikle kasıtlı bir şekilde yaratılmış değil.

 

Fakat tesadüfen yaratılmış da değil?

Hayır, değil. Her ne kadar belli bir formül yaratmamak için çalışmalarımda çabalayıp dursam da... Belli ifadelerle tanımlanabilecek bir sanatçı olmamak için mücadele ediyorum. Bazen bir sanatçı bir formül keşfedip hayatının sonuna kadar aynı formülü tekrar edebilir ve bazı sanatçılar için bu gerçekten de işe yarayan bir yöntem. Yine de benim bununla bir derdim var, ben bu şekilde çalışamam, kendimi “boş” hissederim. Diğer yandan da gariptir ki, her ne kadar bu duruma karşı çabalayıp dursam da ve her ne kadar çalışmalarımdaki form, şekil ve yaklaşım değişse de hepsinin arasında belli bir bağ varlığını koruyor. Aslında biraz da bu yüzden bu sergiyi yapmak istedim.

 

Bu bağı görünür kılmak için mi?

Hem görünür kılmak hem de kendim bizzat görebilmek için… Çünkü işlerimin pek çoğunu tek başına görüp değerlendiriyorum ama aslında biliyorum ki hepsini bir araya getirdiğimde neler olacağını görmek istiyorum esas.

 

Serginin şekillenmesinde bunun payı var mı?

Sadece biraz, tamamen değil. Aklımdaki üç düşünce etrafında sergiyi oluşturdum. İlki mekânın sergiyi nasıl sunacağına dairdi. İkincisi ise, tam da senin söylediğin gibi, eserlerin ne şekilde birbirleriyle bağlantılı olduğunu ve aralarında ne tür bir ilişki olduğunu ortaya çıkartmaktı. Üçüncüsü de SALT ile yaptığımız görüşmeler sırasında, onların mekânı ne şekilde sunmak istediğini konuştuktan sonra ortaya çıktı. Lâkin serginin ve mekânın hazırlanmasını tamamladığımda fark ettim ki, burada gördüğünüz çalışmalarımla aynı dönemde yaptığım diğer işleri buraya getirsem bu sefer bambaşka bir sergi ortaya çıkardı.

 

Eserleriniz arasındaki bağdan söz etmişken, bu konuyla ilgili başka bir detay daha dikkatimi çekti. Mesela, 17 and AUC, dinleyiciye sunulmuş özel kayıtlardan oluşuyor. Aynı şekilde  Dom Tak Tak Dom Tak (2005) da öyle. İkinci katta da Muslimgauze R.I.P (2010) , bir apartmanda yaşayan bir çocuğun hayatından bir kesit sunan sekiz dakikalık bir kayıt ve bunu da özel kayıtlardan çıkarıp sergiye gelenlere sunuyorsunuz. Politik bağlamda düşünürsel “özel olanı kamuya açmak” yöntemini ne şekilde benimsiyorsunuz?

 

Evet, bence çok iyi bir soru. 17 and AUC ile Dom Tak’ın ikisi de mahremiyet üzerinden yola çıkıyor ama yine ikisinde de kamuya yönelik olma fikri var. Örnek olarak, benim 17 and AUC için bulunduğum oda yalıtılmış ve sanki şahsi bir yermiş izlenimi veriyor ama odanın aslında dört tarafı da aynalı camdan oluşuyordu ve o anda tüm olanlar izleyiciye açıktı. Yani tamamen halka açık bir çalışmaydı. Diğer yandan ayrıca, çalışmanın büyük bir kısmı dile ve hafızaya yönelikti ve o andaki durumun iletişim üzerindeki etkilerini göstermeyi hedefliyordu. Camdan bir odanın içinde birini görüyorsun ve o kişi o anda bir şeyler söylüyor. Gözlerinin içine bakabiliyorsun ki bu insanlar arasındaki iletişim için son derece önemli bir andır ama o seni tanıyamıyor, algılayamıyor çünkü aynanın arkasında seni göremiyor.

Mimarîdeki küçük bir değişiklikle iletişimin alışılmış yöntemlerini de değiştirmiş oluyorsun ve bence bunun son derece politik bir içeriği var. Bizim tarihi algılama biçimimize dair neyi gösteriyor olabilir bu çalışma? Öncelikle benim performansım bireyin özel hayatına yani benim mahremiyetime dair ama diğer yandan benim hayat tarzımı oluşturan kurumların varlığını da açığa çıkarıyor. Ayrıca bir toplumdaki kurumlar, o toplumun elit kesiminin değerleriyle bağlantılıdır. Ben de geriye dönüp bu kurumların ortaya çıkışını incelemek istedim. Lâkin arşivlere bakarak değil, bu sözünü ettiğimiz tarihin bireyin bilinçaltında ne şekilde yansıdığını görmeye çalışarak…

Ancak bu şekilde aktif olarak tarihe bakabiliriz ve aslında hâlâ yaşıyor olduğunu, hâlâ pek çok açıdan anlamlı ve tehlikeli olduğunu görebiliriz. İzleyici olarak aslında tarihe karşı nasıl bir tutum sergileyeceğimize dair karar verme sorumluluğunu taşıyoruz. Mesela bir gece, performansın sırasında orada bulunan bir seyirci söylediğim şeylere bir şekilde sinirlendi ve içinde bulunduğum odanın cam duvarlarına vurmaya başladı. Neler olduğunu göremiyor ve duyamıyordum ama birinin duvarlara vurduğunu fark edebiliyordum. Bu yüzden ben de sanki bilinmeyenle kavga ediyormuşçasına, karşılık vermek için bağırmaya başladım. Bu yaşananların benim için büyük bir önemi vardı çünkü bu sayede tarihin kırılgan bir varlığı olduğunu kanıtlayabildim. Yaşayan ve sabit durmayan bir varlık…

 

Bu arada çalışmalarınızda sürekli altını çizdiğiniz “sorumluluk” kavramını kullanış şekliniz ilgimi çekti. Kişinin kendisine yönelik bir kavram olarak tanımladığınız sorumluluğu nasıl tanımlıyorsunuz? Burada öğrenmek istediğim ne tür benlikten ve sorumluktan bahsettiğiniz… Birey olmaya dair etik bir tanım mı söz konusu?

Sorumluluk kavramını sanatçının ve o sanatçının sunduğu çalışma etrafında ele alıyorum. Bu duruma karşı benimsenen tutuma dair bir argüman üretiyorum. Bu tutum bireyin vatandaş olarak yüklendiği sorumluluklarla ya da ahlakî açıdan açıklanmak zorunda değil her zaman. Ortaya çıkan eserle kurulan ilişki söz konusu burada. Biraz aşırı bir tutumdan bahsettiğim düşünülebilir hattâ, belki de öyledir. Sanat ve sanatçı arasındaki ilişki göz önünde tutulduğunda hep başka türlü sorumluluklar öne çıkarılır. Çalışmaya dair benimsenen eleştirel tutum ya da o çalışmanın ünlü olmasını sağlayan durumlar vurgulanır. Bense bu ikisiyle de ilgilenmiyorum.

Benim sözünü ettiğim eserin hayatta kalmasını sağlayacak türden bir sorumluluk. Eğer eser yaşamaya, varlığını sürdürmeye devam edebiliyorsa burada etik bir durum da ortaya çıkıyor demektir çünkü bu, izleyicinin eseri canlı tutacak şekilde eserle bir ilişki kurduğu anlamına gelir. Bence bu da tamamen etik bir tutum…

 

Son olarak, video ve ses kolajı olarak tasarlanan ve bir arkadaşınızla birlikte gerçekleştirdiğiniz 1995 tarihli eseriniz Lungfan’den (1995) de bahsetmek istiyorum. O yıllarda milliyetçi aydınlar tarafından “bir tehdit, düşman güçlerin bir propagandası” olarak tanımlanmıştı. "In Defense of the Corrupted Intellectual" adlı makalenizde, milliyetçi zihniyetin hem size hem de pek çok farklı esere karşı aynı söylemi benimsediğini belirtiyorsunuz. Türkiye’de de bu “yozlaşmış entelektüel” figürüyle bağdaşan durumlar yaşıyoruz. O yüzden merak ediyorum, böylesi bir tavra karşı nasıl bir tutum izliyorsunuz?

Haklısın, tam da dediğin “yozlaşmış entelektüeller” esere saldırmıştı ve işin garibi, söz konusu eserde “tabuları kırmaya” yönelik bir tavır söz konusu değildi. Sadece görüntüler ve sesler vardı… Yine de bu biçimini seviyorum çünkü onların genel geçer biçim anlayışından çok uzaktaydı ve bu yüzden de tehditkâr buldular. Bence bu kişiler tüm toplumsal yapıyı temsil edecek biçimler üretiyorlar. Bu sözünü ettiğin çalışmayı arkadaşlarımla yaptığımızda 20 yaşındaydım ve duruma hiç de öyle bakmamıştık. Şimdi düşününce, bizi suçlayanların kavramlarıyla hiç de uyuşmayan bir yöntem benimsediğimizi görüyorum ve tam da bu yüzden son derece radikal olarak karşılandık.

 

Onları sinirlendiren onların zihniyetiyle uyuşmuyor olmak değil mi tam da zaten?

Evet ama sadece sinirlenmek değil. Çok çok sinirlenmek...

 

Bence bu sözünü ettiğimiz kişilerin varlıklarını sürdürebilmeleri için nefret söylemlerine ihtiyaçları var. Saldırabilecekleri yeni hedeflere ihtiyaçları var sürekli.

Evet, bu onların sistemlerinin bir parçası…

 

Yine de okuyucularımız ve de yazdığınız makaleyi bilmeyenler için, bu "yozlaşmış entelektüel" figürü üzerinden nasıl bir savunma ve direniş politikası geliştirebileceğimizi açıklar mısınız?

Vurgulamak istediğim, eğer bu kişileri yok sayarsanız, tarihin bu belli parçasını da yok edersiniz fikriydi. Türkiye tarihi hakkında pek fazla bilgim yok ama özellikle Mısır’da, geçtiğimiz yüzyılda, bu figürler halk ile rejim arasındaki ilişkide, fikirlerin oluşturulması ve kavramların tanımlanması açısından son derecede belirleyici bir rol üstleniyorlardı. Mısır kültürünün oluşturulmasında söz sahibiydiler. Politikacılardan ziyade, hükümete referans yapan bu aydın figürler belli birtakım kavramların ve kültürün yeniden yaratılmasında etkili oldular. Yazarlar, şairler, gazeteciler, antropologlardan bahsediyorum.

Evet, eleştirel olmak ve bu kişilere karşı mücadeleyi sürdürmek son derece önemli ama diğer yandan da kültürel alanda bir diyalog geliştirebilmek için onların söylemini de anlayabilmek gerekiyor. Bu demek değil ki sürekli bu figürleri aklımızda tutarak çalışmaya ve birşeyler üretmeye devam etmemiz gerekiyor. Lâkin bu entelektüel figürler ve onların zihniyetiyle bir çatışma içerisinde olmak da çok mühim. Mesela ben Lungfan’i seyirciye hiç göstermeseydim ya da Kahire’ye gidip bu figürlere karşı bir direniş sergilemeseydim Mısır’ın tarihine dair çok önemli bir bölümü asla öğrenemeyecek ve anlamayacaktım. O zamandan beri de çalışmalarımın bu tarz izleyicilerin platformlarında gösterimleri yapılması ve seyirciyle buluşturulması için oldukça ısrarcı davranıyorum. Bence kendi yeni alanlarımızı yaratmak ve bunun bir çözüm olduğunu düşünmek çok mantıksız. En sonunda kendini kimsenin gitmediği çok güzel bir mekânda buluveriyorsun. Bence tarihi aktif bir hâle getirmek, onunla mücadele etmek hattâ onu bozmak için potansiyelimiz olduğunu düşünüyorum. Tam da bu yüzden bu figürü savunmak gerektiğini söylüyorum. Korkunç şeyler yaptığı için bu figürden nefret ediyorum ama onun konumunu da reddedemem.