Bantmag

ABRAHAM LINCOLN VAMPIRE HUNTER

Abraham Lincoln Vampire Hunter ve Pride and Prejudice and Zombies gibi bilinen gerçekleri ve eserleri yapıbozumuna uğratan romanlarıyla büyük beğeni kazanan Seth Grahame-Smith'in aynı adlı romanından senaryolaştırdığı, yapımcılığını Tim Burton'ın, yönetmenliğini Night Watch, Day Watch ve Wanted gibi kalburüstü filmlerin yönetmeni Timur Bekmambetov'un üstlendiği bir filme belli ölçüde beklentiyle yaklaşmak kaçınılmaz. Üstelik beklentinin muhteviyatı da basit bir eğlencelik. Fakat ne yazık ki ALVH'ı eğlenceli olmak dışında birçok şeyle nitelemek mümkün. Yaratıcı olabilecek bir fikirden yola çıkan film, aynı yaratıcılığı ne senaryoya (özellikle diyaloglar) ne de rejiye yansıtabilmiş durumda. Öyle bir hikayeden, kendini bu kadar ciddiye alan bir film çıkarabilmek ayrı, Kuzeyliler ve Güneyliler arasındaki savaş üzerinden yapılan tersinlemede aynı ciddiyeti bir an bile göstermemek ayrı bir başarı aslında. Hallmark Channel'dan çıkma görüntü yönetimi ve makyajla, ucuz bir televizyon filmini andırması da cabası. Eksisi artısından çok bu vampir avı hikayesinin, yer yer televizyon kalitesini bile tutturamadığı, hatta The Vampire Diaries ya da True Blood gibi dizilerin kötü bir bölümü gibi seyrettiğini de söylemek güç değil. Bu durumun nedenleri arasında oyuncu seçimi ve rejisinin de payı büyük. Neredeyse herkesin kendi kafasına göre performanslar sergilediği ve tutarsız bir oyunculuk gösterisinin yaklaşık iki saat boyunca temsil edildiği ALVH'ın iyi bir özelliğini bulmak için düşündüğümde aklıma dalga geçmeden söylenebilecek pek bir şey gelmiyor açıkçası. Özellikle atlarla dans sahnesi, antolojik bir sinema faciası/hazinesi olarak senelerce konuşulacak, tekrar tekrar izlenebilecek bir malzeme... Wanted'da kendini ciddiye almadığı için eğlenceli ve neredeyse metafizik bir aksiyona yer verdiği için yaratıcı olabilen Timur Bekmambetov'un kariyerindeki bu ciddi geri adımı tez zamanda unutmayı umuyoruz. M.A.

 

 

DAMSELS IN DISTRESS

Öncelikle başrolde Chloë Sevigny oynuyor sanıyorsanız, yanılıyorsunuz, salonu derhal terk edin. Ya da etmeyin, bu kız da hiç fena değil aslında. Violet değil, Menekşe; şirretlikle hanımefendilik arasındaki çizgiyi iyi kurmuş, kolejlerde okumuş, ama sadece kendi yazdığı kitapları. Heather değil, Funda; hayatının en büyük aptallığını kendinden daha aptal bir sevgili bularak yapmış. Rose değil, Gül; kendisine yaklaşmaya yeltenen muhtemel bir playboy’u 30 metreden tanımış ve hakkında uzaklaştırma emri çıkarmış, ya da henüz yapmamış olabilir ama yapması muhtemel. Lily değil, Zambak; anne ve babası tarafından bu isme layık görülerek, feleğin sillesini doğuştan yemiş, bu 3 çiçek gibi kızın ‘yardımlarıyla’ üniversitedeki ilk yılında hayatta kalacak olan ‘o kız’. Bu cici kızların tek bir derdi var, kendileri dışındaki tüm şuursuz ergenleri, başta Lily’i, ehlileştirerek, topluma ve en çok da kendilerine daha yararlı birer birey haline getirip, kendi ‘Aydınlanma Çağları’nı oluşturmak. Siz bu bir grup yeniyetme kızın, yine kendileri gibi bir grup yeniyetme kızı ve erkeği birkaç parça donut ve biraz tap-dance’le tüm sorunlarından arındırabileceğine inanıyor musunuz? Sadece bu ikisi yetmez belki ama tertemiz bir sabun kokusu depresyona iyi gelebilir gerçeğine biraz daha tutunabilir buldum ben kendimi filmden çıkarken. Lavaboya gittiğimde ilk işim sabun koklamak oldu. Ama maalesef hala benden daha az ‘cool’ çocuklardan hoşlanmıyorum. Sizin de tıpkı benim gibi, ihtiyacınız bir yeşil reçete değil de yalancıktan terapiyse, doğru filmdesiniz. H.Ö.

 

 


DETACHMENT

Adrien Brody çirkin mi yakışıklı mı sorusu üstüne bolca düşüneceğiniz , adamın çekiciliği konusunda kafa yorabileceğiniz şimdilik son film olan Detachment, bölgenin tüm sorunlu çocuklarının okuduğu okulda geçici öğretmenlik yapan “yedek öğretmen” Henry Barthes’ı takip ediyor. Ne kadar yalnız, ne kadar da içli, bir o kadar işinin ehli ve tabii ki travmalı cool bir karaktere can veren Adrien Broody, filmdeki performansıyla epey övgü topladı... Film, hikayesini duyduğunuz anda kafanızda oluşturacağınız “kahraman öğretmen ve onun sağladığı kurtuluş” klişesine bulaşmamayı kafasına fazlaca takmış görünüyor. Araya serpiştirilen belgesel konuşmalar bu takıntının şahikaları... Bir yandan eğitim sisteminin çürümüşlüğünü, öğretmenlerin çaresizliğini, öğrencilerin aslında suçsuzluğunu gözler önüne seren film, diğer yandan hocamızın bakım evindeki dedesi ve çocukluk anıları kesintilerini aktarıyor. Bir de küçük bir kızcağız var ki naifliği, güzelliği ve geçmişsizliğiyle tatlı ve hüzünlü bir soluk katıyor filme, ve tabii kendisini bir süre evinde ağırlayan hocamıza. (Çocuk fahişe Erica’yı canlandıran 96 doğumlu Sami Gayle, bir şekilde Carey Mulligan çağrışımı yaptı bende, umarım onun gibi yolu açık olur kendisinin)... Marcia Gay Harden, James Caan, Lucy Liu, Christina Hendricks gibi oyuncuları da kısa kısa izleyebileceğiniz Detachment; gerçekçi, soğuk ve umutsuz tonuyla beğeni kazanırken, bu uğurda verdiği bazı zorlama kararlar ile filmi çok sevmenize engel oluyor. Her şeye rağmen dikkat çekici bir yönetmenliğe imza atmış olan Tony Kaye, bir sonraki filmi Attachment’ın hazırlığında. Adrien Brody ise bence hoş adam, bir sonraki filmine kadar bu konuyu kapatıyorum. M.D.

 

 

THE FLOWERS OF WAR

Namlunun ucundan baktığımızda genelevden çıkmış bir grup hayat kadını var; bu kadınlar yaşamanın ne olduğunu bilemeden ölmeyi seçecekler. Kilisenin renkli gravürlerinin yansımasında ise gördüğümüz bir grup önlüklü kız çocuğu; bu çocuklarsa hayatlarını ölü taklidi yaparak geri kazanacaklar. Birbirleriyle aynı ortamda nefes dahi alamayan bu iki grup birbirine nasıl olur da benzer demeyin, o ikisi birbirinin pekâlâ sebebi ya da sonucu ve hatta kaderi olabilir. Japonların işgali altında kalmış küçük bir Çin kentinde, kadınlığın ve erkekliğin yok oluşuyla harmanlanmış, acil durumlarda uygulanacak ‘önce kadınlar ve çocuklar’ kuralının pek işlemediği bu savaş değil kurtuluş hikâyesinde, Mickey Rourke olmaya çalışırken, baktı olmuyor, bari Süpermen olayım diyen Christian Bale’i saymazsak hüzünlenmemek kaçınılmaz. Tabii bu yazıyı okuyup filme gidecek herhangi biriniz velev ki taş değilseniz. Tanrı’nın evinin en güvenli olmasını beklediğimiz bir savaş ortamında, o Tanrı’nın evi ki, alt katı Bağdat, üst katı çocuk esirgeme kurumu, başlarında ise cenaze levazımatçısından hallice bir Peder bozuntusu. “Bir ulus yıkılırken fahişeler, umursamaz dans ederler”miş eski bir Çin halk türküsüne göre. Peki, kız çocukları ne yaparlar? Ya da ne yapmalılar hayatlarını ellerinde tutabilmek için? Kızlar kaderlerinden kaçarken onların arkasında ya da önünde kalmaktansa, tam da yanlarında onlarla koşuyormuşuz hissi veren görüntülerin mimarlarına hitaben; Steadicam hiç bu kadar yürek parçalayıcı olmamıştı. H.Ö.

 

 

TURN ME ON, DAMMIT!

 Kuzeyin feri sönük ışıklarının cazibesi hala etkisini sürdürüyor. Bu ışığın matlığındaki dingin ruh, alacalı bir içerikle birleştiğinde genelde güzel sonuçlar ortaya çıkıyor. Filmimizin alacalı içeriği ergenlik ve cinsellik, ruh ise bir Norveç taşrasından geliyor... Alma 15 yaşında, kasabada annesiyle yaşayan liseli bir ergen kızdır.  Taşra her yerde  taşra, ergen her yerde ergendir. Alma azgın bir ergen olarak bastırmaya veya yaşamaya çalıştığı cinsel dürtülerini hayatının merkezinden kaydıramaz, çünkü hayatı boktandır. Kasabada herkes aynı sıkıcı hayatı yaşar. Alma telefon seksi yapar, ama bu bile bir arkadaşlığa dönüşür, Alma yalnızdır. Alma’nın fantezilerini süsleyen sınıf arkadaşı Arthur, bir partide Alma’ya pipisini gösterir. Artık Alma için her şey daha da zorlaşır. Tüm dışlanmalar ve hatta telefon faturası, annesi… Her şeyi bırakıp otostopla Oslo’ya kaçan Alma orada rahat bir nefes alır, çünkü istediği şey seks bile değildir, arkadaşlık ve kasaba dışı olasılıklar onu mutlu kılacaktır. Seks biraz da sıkıcı ortamı için hormonlarının dürttüğü bir afyondur çünkü... 2011 Norveç yapımı film Tribeca Film Festivalinden en iyi senaryo ödülüyle döndü. Film soğuk atmosferini mizahi bir tonla renklendirirken, neredeyse tamamı amatör olan oyuncuların performansı da göz doldurmayı başarmış. Daha öncesinde kısa filmler ve belgeseller çekmiş olan Jannicke Systad Jacobsen’in ilk uzun metrajlı filmi olan Turn Me On, Dammit!, dinginliği ve tüm meseleye olan tatlı mesafesiyle ilgiyi hak eden güzel bir film. M.D.