Bantmag

TAM İSTİHDAMIN SONU

Örgütlü emeğin giderek artan kazanımları ve taleplerinin etkisiyle kapitalist kâr oranları yatırımları engelleyecek kadar azalmaya başladığında, “pazar ekonomisi” ve “örgütlenme hakkı”nın bu döneme özgü evliliği de sona ermek zorundaydı. İkilemi çözmek için iki yol vardı. İlki belli bölgeler dışında denenmedi, ya da başarıyla (çoğu zaman şiddetle) önlendi: Üretim araçlarının çalışanlar tarafından ele geçirilmesiyle birikimin, dolayısıyla iktisadî tercihlerin toplum tarafından yönetilmesi. İkincisi ise kâr oranlarının kapitalizm namına yeniden tesis edilmesi, yani ilk elden ücretlerin düşürülmesiydi.

 

Ancak hemen ikinci yola sarılmak, hem de bunu henüz iki kutuplu dünya devam ederken yapmak geniş kitlelerin, özellikle örgütlü işçilerin çok güçlü ve kitlesel bir tepkisine neden olabilir, temsili kapitalist demokrasiyi geri dönülmez bir çıkmaza sokabilirdi. Bu yüzden öncelikle kısmî ama başarısız olmaya mahkûm bir ara model denendi: enflasyon arttırıldı. Yani mücadelenin iki tarafını, hem çalışan kesimleri hem de kapital sahiplerini aynı anda memnun etmek için piyasaya para sürüldü, böylece enflasyon üç yıl gibi kısa bir sürede, mesela 1976'da Almanya'da yüzde 26 seviyesine çıktı. Basılarak piyasaya sürülen para bir süre sonra malların fiyatlarını nispî şekilde arttırmaya başladı. Sonunda durum kontrolden çıkınca, ilk itiraz terazinin sağ kesimindeki en büyük aktörlerden gelmeye başladı. Finans sermayesinin, yani krediler, menkul kıymetler yoluyla, üretim yapmadan para kazanan kaymak tabakanın kârları düşmeye başladı. Böylece kredi ağları zayıfladıkça ekonomi tekrar durgunluk tehlikesiyle yüzleşti. Dolayısıyla daha önce imtina edilen ilk yol devreye girdi. Hükümetler herkesin iş sahibi olduğu “tam istihdam politikasından” vazgeçerken (Batı Avrupa'da işsizlik 10 senede yüzde 10-12 seviyesine dayandı), sendikal örgütlenme hakkı törpülendi, özelleştirmeler ve sanayisizleştirme politikaları ile yeni bir emek rejimi kurulmaya başlandı.

 

Ancak temsilî-kapitalist demokrasi içinde, esnek ve kırılgan bir emek piyasasının, orta sınıflar nezdinde tüketime dayalı bir rıza kültürünün henüz tesis edilmediği bir dönemde sermaye birikimi adına yapılan bu hamlenin bir şekilde dengelenmesi, oylara doğrudan yansımasının engellenmesi gerekiyordu. Bu yüzden özellikle işsizliğin arttığı 80'lerde sosyal dengeleri bir nebze gözetmek (işsiz ücretleri, sosyal hizmetler, vs.) ve sürdürmek için ülkeler bütçe açığına yöneldiler. Devlet tahvilleri satıldı, böylece borçlanılan paralar bir süre için finansal yatırımcılardan hükümet bütçelerine, oradan da sosyal harcamalara aktarıldı. Ancak bir süre sonra bütçe açıkları, devlet tahvillerinin geri ödenebilirliğine gölge düşürdü. Kamu borçlanması finansal yatırımcıların gözünde tehlikeli bir hâl aldı. Böylece demokratik-kapitalizmin içsel çelişkisini çözmek için atılan üçüncü adım da sonuçsuz kaldı. Akabinde gelen orta vadeli çözüm, piyasalar lehine atılan radikal adımlardı. Devlet, vatandaşları ve piyasa aktörleri arasında tutmaya çalıştığı dengeyi hızla piyasa lehine bozdu. ABD'de 1992 yılında başa gelen Clinton hükümeti 1930'lu yıllardan beri bankaların verebileceği kredi miktarını, yapacakları spekülasyonu kısıtlayan kuralları ortadan kaldırdı. Aynısı çeşitli oranlarda Avrupa'nın büyük ülkelerinde de uygulandı. Böylece finansal piyasalar hızla büyürken, aradan çekilen devletin kamusal sorumluluklarını bankalar kredi kartları ve tüketici kredileriyle gidermeye başladı.

 

Kabaca özetlediğimiz dört evrenin gelip nereye dayandığını 2008 yılından beri biliyoruz. Hane halkı borçlanması sürdürülemez hâle gelirken (ABD'de aile başına borç 80 bin doları geçti, Batı Avrupa ülkelerinin birçoğunda borçlar aile gelirlerinin yüzde 200'ünü aşıyordu), hayalî finansal varlıklar vasıtasıyla (daha sonra örneklendireceğimiz üzere) spekülasyon muazzam arttı. Üretici kapitalizm ve tüketim sekteye uğradı. Avrupa Birliği'nde eğer eşitliğin yeniden tesisi adına radikal adımlar atılmazsa, onlarca sene sürebilecek bir iktisadî kriz start aldı. (Devam -->)