Bantmag

GEÇTİĞİMİZ MAYIS AYINDA CANNES'DA GALASI YAPILAN COSMOPOLIS'İN FESTİVAL AFİŞİNE BAKINCA ALACAKARANLIK SERİSİNİN YILDIZI ROBERT PATTINSON'U, ÜTÜLÜ TAKIM ELBİSESİYLE BİR LİMUZİNİN ARKA KOLTUĞUNDA BAŞI ÖNE EĞİK OTURMUŞ, KARA KARA DÜŞÜNÜRKEN GÖRÜYORUZ.

 

Arkadaki gri-mavi dijital manzarada, çelik gökdelenlerin önünde kıyamet gibi bir kalabalık toplanmış isyan ediyor, polisler durumu zapt etmeye çalışıyor. Don DeLillo’nun 2003 tarihli romanından uyarlanan Cosmopolis’in afişi ve fragmanına bakacak olursanız filmin aksiyon dolu bir gelecek ya da distopik bir “başka zaman” tasavvuru olduğunu düşünebilirsiniz. Fakat filmin ilk birkaç dakikasında anlıyorsunuz ki o zaman tam da bu zaman, mekân ise filmin adından da yola çıkarak “burası” diyebileceğimiz küresel finansın başkenti Manhattan.

 

Film, Pattinson’un canlandırdığı genç milyarder yatırımcı Eric Packer’in saçını kestirmek üzere berbere gitmek için limuzinine atlamasıyla başlıyor. Dünyanın en zengin adamlarından biriyseniz ve 28 yaşındaysanız hayatınız ne kadar başkalarınınkine benzer? Eric’in hayatında olağan ve tanıdık bir sürü rutin var, o da kendi gibi zengin bir kadınla evli bir adam, o da saçını kestirmeye berbere gidiyor, vasat lokantalarda iştahla kahvaltı ediyor vesaire. Ama bu sıradan rutinlerin hepsi yörüngeden sapmış gibi. Eric az buçuk tanıdığı karısıyla ancak trafikte karsılaşıp iki çift laf edebiliyor, o da “Ee, ne zaman sevişiyoruz”dan öteye gitmiyor. Filmin ilk yarısında son derece ağır ilerleyen dijitale modifiye limuzininde finans, sanat ve hattâ “teori” konusunda uzman danışmanlarıyla buluşuyor, bunlarla romandan neredeyse kelimesi kelimesine aktarılmış uzun uzadıya diyaloglara giriyor. Diyaloglardan Eric’in “iyi ile kötünün ötesinde” olduğunu anlayabiliyoruz, bildiğimiz “ekonomik insan” bile Eric’in yanında son derece analog bir kavram çünkü zamanla bir karakter derinliği olmayan Eric’in ancak saf güdü ve enformasyondan ibaret olduğunu görüyoruz. (Elise’in dedigi gibi, Eric’in işi enformasyon ve bu enformasyonu korkunç bir şeye çevirmek) Eric, bir nevi global kapitalizmin yeni formülü, “işlemci insan”.

 

Eric’in pek de istemsizce girişmediği yıkımı, yüksek miktarda kredi çektiği Çin yuanının tavan yapmasıyla başlıyor. Buradan sonra filmin ağır temposunda bir sarsılma oluyor, o zaman anlıyoruz önümüzdeki karakterlerin sığlığının, donukluğunun ve ifadesizliğinin neden kaynaklandığını. Ve yine anlıyoruz ki Cronenberg bir önceki Freud-Jung filminden bu yana atmosfer yaratma işini bir adım ileri taşımış. Artık karakterlerin psikolojik derinliğiyle değil, tamamen içinde yaşadığımız dünyanın hâliyle ilgileniyor. Godard’ın Bande-a-Parte hakkında söylediği gibi, karakterlerde bir sorun yok, onlar hepimiz gibi normal insanlar. Asıl sorun yaşadıkları dünyada, ekseninden sapmış olan, kötü bir senaryo izleyen bu dünyanın kendisi. Bu durumda Packer rolüne donuk Pattinson’un uygun görülmesi de anlam kazanıyor, Cosmopolis aslında günümüzde hâlâ tam olarak anlayamamış olduğumuz enformasyon teknolojisi bazlı neoliberal dünyanın bir resmini çizmekle uğraşıyor. Ve bunu zor yoldan yapıyor çünkü derdi artık insan merkezli olmayan bir sinema yaratmak. Küresel kapitalizmde artık insan mantığı ve iradesi iş yapmıyor, bu yeni sistemi anlamlandırmak için yeni gereçlere ihtiyacımız var ve tabiî ki insan-teknoloji ilişkisini öteden beri anlamayı şiar edinmiş Cronenberg’in karakterleri bu durumda yeni bir tür gibi duruyor.

 

Cosmopolis tamamen bu dünyada yaşamın neye benzediği üzerine görsel (ve işitsel) bir deney ve bir arkadaşımın pek güzel dediği gibi en iyi yardımcı oyuncu ödülünü belki de filmin son 20 dakikasında Paul Giamatti’nin kafasına attığı havlu hak ediyor.